Dün yazdığım “Uyuyan güzel Tosyam.. uyan!” başlıklı yazıma devam edeceğim. Ancak oraya dönmeden önce, son dönemece girmeden biraz durup arkamıza bakmak, geride bıraktıklarımızın izlerini hafızalarımızda tazelemek ve ondan sonra uzun uzun değerlendirmeler yapmak lazım diye düşünüyorum. Tarih boyunca, geçmiş(mazi), yaşanan zaman(hal) ve gelecek(ati) üzerine yapılan tartışmalardan bir örnekle başlarsak, bu tür tartışmalardan doğan hayatın gerçeği ile yüz yüze gelmemiz, beklentilerin somutlaşması adına farklı boyuttan katkı sağlar diye düşünüyorum. Bu nedenle konuyu biraz gerilere gidip özgün tartışmalarla örneklemek, bize yol gösterici olacaktır kanaatindeyim.
Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek isimlerini duymayan bir eğitimci, yönetici ve siyaset iddiasında aydınımız varsa, bunu onların kusur hanesine not ettikten sonra geçmişimize dönüp bakarken, saydığım fikir erbabının aydınlattığı kavşaklardaki yön levhaları bir bakıma bizim de kılavuzlarımız olacak.
Ziya Paşa, “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde” derken; aynı dönemde Namık Kemal, “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin, Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten” diyerek topluma bakış açılarını ve duruşlarını terennüm eden iki arkadaştılar. Gün geldi kader onları karşı karşıya getirdi; Ziya Paşa, 1868’de Hürriyet’te yayımladığı ünlü “Şiir ve İnşa” makalesinde, Türk edebiyatının çağdaş bir düzeye erişebilmesi için, gerçek Türk edebiyatı olduğunu savunduğu Halk Edebiyatının çağdaşlaşmada esas alınacak zemin olarak alınmasını anlatır. Sonra 1874’te yayınladığı Hârâbat adlı Divan şiiri antolojisinin ön sözünde, Halk edebiyatını küçümser ve Divan edebiyatını yüceltir. Bu çelişkiye yeni bir Türk edebiyatı akımı oluşturmak için birlikte yola çıktığı kader arkadaşı, dostu Namık Kemal, Ziya Paşa’nın Harabat’ına karşılık Tahrib-i Harabat’ı yazar. İşte daha sonraki yıllarda Türk düşünce dünyasında tarafların alamet-i farikası bir argüman haline dönüşen “harabi”liğin çıkış noktası bu düşünce farklılığı olur.
Her eskinin gericilik, her yeninin ilericilik olduğu saplantısı, bugün bizi de eskileri salt eski oldukları için değersizleştirme; her yeniyi de yeni olduğu için yüceltme yanılgısına saplamış, iyi-kötü, yarar-zarar noktasındaki algı eksikliği yüzünden eskiye özlem duymak, insanımızın problemlerine geçmişten çözümler sunmak gericilik olarak yaftalanmıştır. Bunu vurgulayan en çarpıcı örnekte işte bu yazdığım örnektir. Bu örnek edebi tartışma, daha sonraki yıllarda şiir ve yazılarındaki toplumsal duruş ve sosyal içerik bağlamında, tarihe ve tarihte yaşanmış medeniyetimize vurgu yapan Yahya Kemal’in, “Harâbîsin, harâbâtî değilsin. Gözün mâzide, âti değilsin” söylemiyle gerici-harâbî olarak suçlanmasına dayanak alınmış, o da kültür tarihimize altın harflerle kazınan o meşhur, nefis cevabı vermiştir:“Ne harâbîyim ne harâbatî, kökü mazide olan âtiyim.” Kimbilir belki de Necip Fazıl Kısakürek’e “Zaman korkunç daire,/ İlk ve son nokta nerede?/ Bazen geriden gelen/ Yüz bin devir ilerde” dedirten duygu da aynı bu duygu ve düşünüş olsa gerek.
Konuyu toparlayayım; belki ne demek istediği zor anlaşılan bir insan/yazar olabilirim ama, tarihin sayfalarına sarkmamın nedeni de bu; oradan alıp başucumuza asmamız gereken çok ibret levhaları var. İnsanların ve makamların gelip geçiciliğine karşın gün gelir, tarih hepimizi bu gün yaptıklarımızdan/yapmadıklarımızdan ve yapamadıklarımızdan sorgulayacaktır. İşte bu nedenle; kaybedilmiş yıllara hayıflanmak yerine bu gün asıl neleri yapmamız gerektiğinin farkına varır, onlardan yaşayanları diri, geçmişe gömdüklerimizin hatıralarını canlı tutabilirsek, çok zaman kaybetmemiş olur, genç kuşaklara bırakılacak mirasın köklerinin irdelenmesine devam etmekte yarar var.
Devam edecek…
Yorumlar kapalı.