Beklide
bizim jenerasyonun en büyük talihsizliği, dünyayı doğru tanıyıp okuyabilen;
tanıdığı ve okuyabildiği dünyanın kurgusunu çarpıtmadan bir münevvere yakışır
tarzla bizim algımıza sunma yeteneğinden yoksunluğudur. Osmanlı döneminin son
münevverlerinin de hakka yürümelerinden sonra, meydan ağırlıklı olarak kökünden
kopuk, Batı mantalitesi ile yetişmiş, “entelektüel” veya “aydın”
nitelemesi ile öne çıkan, başta akademik hayat ve o akademik hayatın/ortamın
yetiştirip çeşitli alanların kanaat önderleri olarak medya, siyaset, iş
dünyasına kazandırdığı(!) figürlere kaldı.
Denebilir
ki, bu akademi ortamının yetiştirdiği, kökü ile bağlarını koparmayan,
“kökü mazide olan ati” felsefesini içselleştirmiş hiç mi “aydın”
yetişmedi/yetişmiyor?. Elbette yetişti yetişmesine de, onların deyim yerindeyse
birer “imalat hatası” gibi aşağılanmalarının, dışlanmalarının,
değersizleştirilmelerinin önünü kesebilecek bariyerlerin olmayışı; korunaksız
bırakılmaları, toplumumuzun bugün yaşadığı birçok olumsuz alanın,
yozlaşmışlığın “edinilmiş çaresizlik” olarak yansıması
sonuçlarını doğurdu.
Büyük
ekseriyetin kendileriyle özdeşleştirdiği ve onun hem maddi hem de zihin
konforunda yaşamını sürdürdüğü “entelektüel” veya “aydın” tiplemesinin
topluma sunabilecekleri değerler, aşı tutmayan kısırlıkları içinde bir döngüden
öteye gidememekte, kendileri ile zıt kutupta yoğunlaşan, rahatlıkla “münevver”
diyebileceğimiz insanlarımız ortaya koydukları hayatın gerçekleri ve gelecek
vizyonu, “kutuplaşma” damgası ile değersizleştirilmek
istenmektedir. Bunu hayatın her alanında, toplumun bütün katmanlarında görmek
mümkün.. siyaset, medya, iş dünyası, akademik çevre vb. yönünüzü hangi tarafa
çevirirseniz çevirin, bunlardan mebzul miktarda görebilirsiniz.
Konuya
açıklık getirmek adına örneklemek gerekirse; son yıllardaki düşünce
geçişkenliği bağlamında “entelektüel” veya “aydın”ların
yanısıra, siyasetçi, gazeteci ve akademisyenlerimizin en büyük marifeti,
ülkemiz dışındaki çeşitli platformlarda kendi iç siyasetimizi, ekonomik gelişme
ataklarımızı, refah seviyesinin iyileştirilip yaygınlaştırılması, ülkemizin
kendi öz kaynakları ile sağladığı sanayileşme çabalarını toptancı bir
zihniyetle kötülemek; öncü olanların taşıdığı kimlik aidiyetleri üzerinden
değersizleştirmenin bayraktarlığını yapmaktan öteye geçmemektedir. Kendilerine
açılan kapılardan girdikleri her yabancı platformu, deyim yerindeyse “ağlama
duvarı”na döndürmekte, içerde yitirdikleri onurlarını, dışarıdan
kendilerine bahşedilen sıfat ve unvanlarla perdelemeye çalışmaktadırlar.
Oysa akademik gelişmişlik, siyaset, gazetecilik ve
iş dünyasının belli bir hafıza birikimi ve alanlarına özgü bir mekaniği vardır.
Bu mekaniği, üzerine oturduğu hafızadan kopuk, toplumsal gelişim ve algılardan
soyutladığınızda karşılıklı etkileşimden uzak salt teorik söylemlerden öteye
geçiremezsiniz. Hakim olduğunuzu sandığınız alanlarda üretilen/ürettiğiniz her
söylemin bir fiili karşılığı toplumda yankı bulmuyorsa, kendi steril çevreniz
içindeki ön kabullerle elde ettiğiniz kabullenmişliklerin bir değer olarak nitelendirilmesini beklemenin bir mantığı da yoktur.
Ancak “kendiniz çalar kendiniz oynarsınız”. Eğer toplumun çeşitli
kesimlerinde bir karşılık görüyor, hayatın akışında kültürel bütünlükte bir iz
düşümü doğuruyorsa, beklediğiniz algı ve etkilerin lehinize doğacak sonuçları
sizin kazanımız olmaya adaydır. Ancak böyle bir karşılıklı etkileşim, yeni
düşünce havzalarının oluşmasına ve bu oluşum içinde de öncü aktörlerin
vizyonuna uygun ve uyumlu bir ortamın yaratılmasına katkıda bulunacaktır.
Sanırım
Türk toplumu olarak son yıllardaki en büyük şanssızlığımız, “sesi çok
çıkan” ama, tabanda yankısı olmayan aydın ve siyasetçilerin düşünce ve
vizyon kısırlığı içinde, günübirlik, rengi belli olmayan değişkenlere göre
kendine yön tayin etmeye çalışan köreltilmiş zihinlere sahip olması ve dış
güdülere açık bir karakter taşımalarıdır.
Yorumlar kapalı.