Dünyanın yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı şu yıllarda, milletlerin layık oldukları yerde olabilmeleri için, öncelikle layık oldukları yeri bilmeleri gerekir. Bunu yaparken de başvuracakları en önemli kaynak tarihtir. Ama doğru tarih. Başkalarının bize yakıştırdığı ve bizim de hazırcılıkla sahiplendiğimiz değil, ilmi verilerin ve tarihi buluntuların bizi getirdiği en son noktada yer alan gerçek tarih. Başkalarının sizin için yazdığı tarihi kabul ederseniz, başkalarının size verdiği rolü de kabullenmiş olursunuz. Kendi yerimizi belirlemek ise hiç de o kadar zor değildir. İki yüz yıllık ve utançlarla dolu bir tarihe sahip olanlar dünyaya nizam vermeye kalkışabiliyorlarsa, bilinen beş bin yıllık tarihimizle, dünyaya nizam vermek bizim asli görevimiz olmalıdır.Türk Tarihinin karanlık dönemi, yapılan kazılarla ortaya çıkan yeni buluntular ve yazılı kaynaklarla her gün biraz daha aydınlanmaktadır. Ele geçirilen buluntular (tarihi eserler) ve şifreleri çözülüp okunan yazılı kaynaklar, bu gün bilinen ve bize de ezberletilen tarih tezlerini alt üst etmeye devam ediyor. Bu gerçeklerle yüz yüze gelmeyi sağlayan çalışmaların çok önemli bir kısmını da maalesef yine yabancı bilim adamları yapıyor. Bu konularda bizde de önemli çalışmalar yapan çok değerli bilim adamlarımız var. Sayın Kazım Mirşan hocamız gibi. Ancak, toplumumuza aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki, bir Türk bilim adamının yaptığı tespitler, ortaya çıkardığı tarihi gerçekler, bir yabancı bilim adamının tespitleri kadar ciddiye alınıp kabul görmüyor. Ama tabii ki bu durum sonucu değiştirmeyecektir.
Orta Asya’nın karanlık tarihi
Orta Asya’da çoğunluğunu Rusların yaptığı kazılarda elde edilen buluntuların neler olduğu ve ne anlama geldiği konusunda hemen hemen hiç bir fikrimiz yoktur. Biz sadece onların açıkladıklarıyla yetinmek durumunda kalıyoruz. Tarihimizi onların gözüyle yazıp, çiziyoruz. Veya başka milletlere mensup ilim adamlarının bulgularıyla yol gidiyoruz. Gerçek bir bilim adamı tamamen objektif olarak elde ettiği bilgileri açıklamak istese bile, bir de uluslar arasında izlenen siyaset vardır. İşte yapılan ilmi açıklamaların çerçevesini genelde bu siyaset belirler. Bunları dikkate alarak, izleyeceğimiz yolu belirlemeliyiz. Ayrıca, sadece Orta Asya’da kendi izlerimizi aramak, kendimizi belirli bir tarih dilimi ile sınırlamak olur. Asya ile ilgilenirken de Türklerin ata yurdu diye tarif edilen bir bölgeyle sınırlı kalınmamalıdır. Türk Milleti olarak, Asya’nın belli bir bölgesi değil tamamı bizim ilgi alanımız içinde olmalıdır. Çünkü Asya’da Türklerin ayağının değmediği, yerleşmediği, devlet kurmadığı bir coğrafya parçası yoktur. Bunu çeşitli şekillerde ispat etmek mümkündür. En basitinden, Budizm’in yayıldığı bölgelere kuş bakışı bakarsanız, Türklerin nerelere kadar etkili olduklarını görebilirsiniz. Türk Tarihini sadece Türk-İslam tarihi ile sınırlamaya çalışmak, Türk Milletine yapılacak en büyük haksızlıktır. Bunu çeşitli zamanlarda değişik yazılarımızda anlatmaya çalıştık. Türk Milleti İslam dininin tebliğinden çok önce Türk olarak yeryüzünde vardı ve Türkçe, konuşulan, canlı bir dildi. Şimdiki gibi.
Tarih Boyunca Türk Dinleri
Türkler tarihleri boyunca, tek tanrılı bir din olan ve Tanrı sembolleri Güneş olan MU diniyle, Mani diniyle, Budizm’le, Musevilikle, Hristiyanlıkla ve son olarak da İslam’la tanışmıştır. Çeşitli tarih dilimlerinde yaşayan Türkler bu dinlerin bağlıları olmuşlardır. Enteresan olan da bütün bu dinlerin kökeninin “Tek Tanrılı” olmasıdır. Tek Tanrı inancı zaman zaman bozulmuş, ancak bu bozulma sürecini yeni dinlerin tebliği süreci izlemiştir. Bu günkü dinimiz olan İslam dininin kitabında bu konularla ilgili yeteri kadar açıklama vardır. Peygamberin atalarını tanımlarken, onlar “Hanif bir dinden ve temiz bir soydandı” diye tanımlıyor. Onların müşrik olmadığını belirtiyor. En ilk bilinen atası olarak da Mezopotamya’da Sümerlerin Başkenti olan UR kentinde doğup büyüyen bir Sümerli olan Hz. İbrahim’i gösteriyor. Ur Türkçe’de etrafı su hendeği ile çevrilmiş kale anlamındadır. Bütün Sümerler Tufandan sonra Uygur İmparatorluğu sınırları içinden, yani Asya’dan göç ederek Mezopotamya’ya gelmişlerdir. Ve artık bilinmektedir ki Sümerlerin ataları da Uygur Türkleridir. Yani Sümerler Türk’tür. Yani Hz. İbrahim Türk’tür. Yani onun torunu olduğunu söyleyen Hz. Muhammed Türk’tür. Tarihe geniş bir perspektiften bakmak ve geçmişi buna göre okumak gerekir. Yoksa, Türk Milleti at sırtına mahkum edilir ve yeni nesillere de geçmişi olmayan bir millet olarak öğretilir. Geçmişi olmayanın ise geleceği de olmaz.
Uygur Medeniyetinden Örnekler
Sincan Uygur Özerk Bölgesi 1.8 milyon kilometre karelik bir alan. Bu alan içinde kim bilir insanlığı şaşkına çevirecek daha ne kadar çok tarihi eser vardır ? Ancak bunların gün ışığına çıkması epey zaman alacağa benziyor. Öncelikle o bölgelerde yaşayan insanlarımız şu an için tarihe bizim gözümüzle bakacak durumda değiller. Onlar geçimlerinin ve canlarının derdindedirler. Dolayısıyla onlardan şu an için çok fazla bir şey bekleme hakkımız yoktur. Yalnız bu bölgelere yıllardır resmi görevli olarak gidenler veya özel olarak gidenler neden bu konularla hiç ilgilenmezler, anlamak mümkün değildir.
Yukarıdaki yazıda bu yer altı kanallarının tarihi verilirken 2500 yıllık bir süreden söz ediliyor. Bu sürenin çok daha gerisinde de, çok daha ilerisinde de bu bölgeler Türk bölgesidir. Bunu nasıl bu kadar kesin söyleyebiliyoruz ? Tibet’te bir mağarada bulunan çivi yazısı ile yazılmış tabletler bu bölgenin Tufandan önce de Uygur İmparatorluğu topraklarına dahil olduğunu belgeliyor. Hatta daha da gerilere giden bilgiler veriyor. Tibet’te bulunanların dışında Orta Amerika’da bulunan Maya, İnka, Aztek uygarlıklarından kalma tabletler de çok daha eski bir medeniyetten haberler veriyor. Bu batık MU kıtasında kurulmuş olan MU medeniyetidir. Ve bu MU İmparatorluğuna bağlı iki büyük koloniden söz edilmektedir ki, bunlardan biri Batık Atlantis İmparatorluğu, diğeri ise sınırları hemen hemen bütün Asya’yı kaplayan Uygur İmparatorluğudur. Bu medeniyetlerin tarihi 12.000-60.000 bin yıl kadar gerilere gitmektedir. Büyük bir tufan ve depremler silsilesi ile batan MU kıtası ve Atlantis’in izleri bu gün için halen karanlıklardadır. Ancak aynı dönemin üç büyüğünden biri olan Uygur İmparatorluğunun hüküm sürdüğü topraklar ve bu imparatorluğu kuran insanların torunları aynı topraklar üzerinde yaşamaya devam ediyorlar. Bence bu kadar büyük medeniyetler kuran insanların, yer yer çölün 110 metre altına dalacak kadar derinlikte ve suyun doğal akışını sağlayacak eğimde kanallar açmış olmaları pek de şaşılacak şeyler değillerdir. Esas şaşılması gereken durum bizim buna neden bu kadar şaşırdığımızdır.Bizler de maalesef oralarda yaşayan kardeşlerimiz kadar çaresizlik içinde bırakılmış ve dünyaya Türk Gözü ile bakmamışız. Başkalarının gözümüze taktığı gözlüklerle dünyaya bakmaya alıştırılmışız. Kendi tarihimizi kendimiz yazarken bile “Türkler at üstünde doğar at üstünde ölür” edebiyatına saplanıp kalmışız. Eğer bu sadece Türklerin savaşçılığı, cengaverliği için söylenseydi doğru olurdu. Ancak bütün tarihini at sırtında geçiren bir millet tarifi bugünün Türk Milliyetçilerinin bile kafasına adeta kazınmıştı. Tarih konusunda yazarken, konuşurken çok ihtiyatlı olmak ve geleceğe açık kapı bırakmak gerekir. Çünkü tarihi hiç kimsenin tam olarak bilmesi mümkün olamaz. Tarih ancak kazılar veya başka yollarla ele geçecek olan buluntular, yazılar, belgeler vb. incelenerek açıklanabilir. Bilim her gün yeni aşamalar kat etmekte, teknoloji baş döndürücü bir hızla yol almaktadır. Dolayısıyla, insan oğlunun geçmişini aydınlatacak bilgilere bundan sonra daha kolay ve sağlıklı olarak ulaşabileceğiz. Bunu göz ardı etmeden, bugün mevcut olduğumuz ve olmadığımız bütün coğrafyalarda ısrarla kendimize ait izleri aramalıyız. Bizi doğru sonuca götürecek yol budur. Büyük Türk evladı Atatürk boşuna mı MU kıtası ile ilgili kitapları Türkiye’ye getirtip tercüme ettirmişti acaba? Orta Amerika’da yaşamış olan Mayalarda Atatürk ne aramıştı acaba? Ve neden Atatürk’ten sonra bunlar unutulmuş-unutturulmuştu acaba? Cumhuriyet nesillerine Türk Tarihini anlatanlar nedense, ısrarla Türklerin yerleşik düzende bir hayat yaşamadığı tezini savunmuşlardır. Hiçbir gerçek veriye dayanmayan, sadece hayal güçlerinden esinlenerek tarihçilik yapmışlardır. Maalesef bazı Türk aydınlar da bilerek veya bilmeyerek bunlara destek vermişlerdir.
Göktürk Sikkeleri
Eğer Türk Tarihi at sırtında başlayıp bitiyor ise, bugün bütün Asya kıtasını baştan başa bezemiş olan eserler gökten zembille mi inmiştir? Buhara, Taşkent, Semerkant (Sümerkent), İran’ın tamamı, Hindistan’da Babür İmparatorluğunun bıraktıkları, dünyanın yedi harikasından biri sayılan Tac Mahal neyin nesidir? Bu gün Çin’in başkenti olan Pekin şehrinin tarihini bir araştırın bakalım karşınıza ne çıkacaktır. Bu şehri boş bir alana sıfırdan kuran hanedan kimlermiş? Altaylarda Pazırık kurganında bulunan Altın Elbiseli Adam adı verilen altın zırh. İşte sözü edilen altın zırh. Hunların her askeri savaşa böyle altın zırhla gidiyordu. Zenginliği ve medeniyeti düşünün, iki bin beş yüz yıldan uzun bir zamana tarihlenen Pazırık halısı, bu güne kadar ısrarla gizlenen, üzerinde ay ve yıldız basılı Göktürk sikkeleri neyin nesidir? Bunları biz buralarda yapıp, sonra da götürüp oralara serpiştirmedik. Bunları bulan araştırmacılar da, okuyan araştırmacılar da Türk değiller. Ama bu eserlerin Türk eseri olduğunu bize onlar söylüyorlar. İşin acı yanı ise, bu eserler bugün bulunmuş değil. Bu eserler gün ışığına çıkalı yıllar olmuş ama maalesef bizlerin bundan haberi bile yok. Biz halen, at sırtında dünyayı fethettiğimizi anlatıyoruz çocuklarımıza. Kurulan her devletin bir idare merkezi, basılı parası vardır. Bu olmadan, ciddi anlamda bir teşkilatlanma sağlamadan bütün Asya’ya yayılmış bir devleti nasıl yönetebilirsiniz?
Turfan Karızları (Yer Altı Su Kanalları)
“Karız” sözcüğü; kehriz (Bu gün Anadolu’da “keriz” olarak kullanılan bu sözcük, sebil, herkesin kullanımına açık çeşme anlamındadır. Aynı zamanda, argoda da; malını mülkünü herkesin kullanmasında sakınca görmeyen, malını sebil gibi dağıtan kişiler için kullanılmaktadır.) lağım veya yer altından giden su kanalı anlamındadır. Burada kullanılan lağım sözcüğü ilk anda bugün büyük şehirlerde kullanılan atık su yollarını çağrıştırsa da asıl anlamı yer altına açılan tünel, kanaldır. Bilindiği üzere Osmanlı ordusunda, fethedilmek istenen kalelerin etrafı sarıldığında, yer altından tüneller açarak kale duvarı altına ve girişine patlayıcı yerleştirip, kale duvarlarının veya kapısının yıkılmasını sağlayan asker grubuna “lağımcı” denirdi.
Bugün hala kullanılabilen, ve Asya’da bir uygarlık harikası olan yer altı su kanalları, belli bölgelerde yerin 110 metre altına kadar inmekte ve toplam uzunluğu beş bin kilometreye ulaşmaktadır. Tanrı Dağları’ndan, Turfan şehrine su getirmek amacıyla Uygur Türkleri tarafından yapılmıştır. Bu haliyle, Çin seddinden daha önemli bir yapı olduğu ortadadır.. Bu konuda sayın Dursun Özden’in yapmış olduğu tespitler Türk Tarihi ve medeniyeti açısından çok önemlidir.
“Orta Asya’da bulunan antik uygarlık harikası olan Karız su kanalları, Tanrı Dağları’ndan ve yeraltı kaynaklarından Turfan’a su getiren, çölün altında 110 metre derinlikte ve toplam 5 bin kilometre uzunluğundaki yeraltı su tüneli, Türklerin yaratıcılığını özetliyor. Karız harikası; Orta Asya’daki yerleşik yaşam, kentleşme kültürü, mimari planlama, haritacılık ve bir teknoloji harikası olarak insan yaratıcılığının doruklarından biri. Şimdiye dek batının, Avrupa merkezli tarihçilerin ve kimi Türkologların yazdıkları; “Asyalılar, hiç bir zaman yerleşik olamadı. At üstünde, çadırlarda ve su başlarında sürekli göçebe toplum biçiminde yaşarlardı…” şeklindeki savları çürüten bir tarihi gerçek olan Karız Su Tüneli, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uygur Özerk Bölgesi’nde bulunan ve Tanrı Dağları’ndan Turfan şehrine kadar yer altında uzanan ve Çin Seddi’nden sonra dünyanın ikinci uygarlık harikası olarak değerlendiriliyor. Bu gün olduğu gibi, dün de “Avrasya Uygarlığı” hep vardı ve öndeydi.”
“Karız” sözcüğü; kehriz, lağım ve yeraltı su yolu demektir. Suyun aktığı yeraltı kanalı anlamına gelen “teşme” olarak da söylenmekte. Aslında, bölgede Karız’ın yapımında kullanılan bazı Türkçe kökenli sözcüklerden de anlaşılacağı gibi, bu uygarlık harikasını yapanların Türk olduğu anlaşılmakta. Örneğin: Tuynuk: Kuyu. Kurutka: Sert çamur. Küz: Kaynak. Karizçi: Kuyu kazan kişi. Geltekçi: Hayvan sürücüsü. Yuklima: Kuyu ağzına konulan örtü. Tirek: Direk. Yanlık: Yana konulan tahta. Çukka: Tehlike işareti. Suğuk çüşüş: Soğuk havanın içeri girmesi. Suğukçi: Sucu kişi. Kuduk seviti: Çubuktan örülmüş küçük sepet. Ketmin: Kazma, kazıcı. Çığrık: çamur makinesi (elle). Yağ: Yağ. İlmek: Dut ya da karaağaç çatalından yapılan tarak. Tilma: İlk kuyunun başı…vb”.
“Karız, deniz seviyesinin altında kalan tarım alanlarına, köylere ve yerleşim merkezlerine suyu taşımaya yarayan yatay ve düşey yeraltı su tünelleri – galerileridir. Bu kanalları yaklaşık 100 metre yeraltında konumlandırmanın amacı, güzergahın geçtiği çölde ortalama +40 derecenin bulunduğu hava koşulları düşünülerek, sızıntı ve buharlaşmadan kaynaklanan su kayıplarını azalmaktır. Bir karız tamamen yer çekimi kuvveti ile işlemektedir. Bu şekilde tasarlanıp, kendi içindeki eğim dikkate alınarak suyun doğal eğimi ve akar kotu, iki karız arasında eğim hesabı ile yapılmış olup, pompa gereksinimini ortadan kaldırmıştır. Örneğin: Turfan’a bağlı Piçan ile Dalankarız ilçeleri arasındaki karız uzunluğu 8 km. olup, 190 adet kuyu bulunmaktadır. Kuyular arasındaki kot farkından anlaşılacağı gibi, karız içinde suyun doğal akar eğimi en az %1’dir…
“Tekrar tarihe dönecek olursak, aşağılık kompleksinden kaynaklanan aynı tavrı, tarihi konularda da izlemeye devam ediyoruz. Anadolu’da Hititleri, Etileri, Urartuları yok sayan, kendisi ile bağlantısını bulamayan tarihçilerle kendi tarihimizi öğrenme şansımız var mıdır? Ülkemizde bulunduğu halde, bugüne kadar her nedense okunamamış “Yazılıkaya” anıtındaki yazının da doğrudan doğruya Türkçe bir yazı olduğu, bu nedenle, 5000 yıllık Sümer tabletlerini çözebilen batılı ilim adamları, bu anıttaki yazıyı okudukları takdirde, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinin çok eski tarihlerde gerçekleştiğini istemeyerek ispat etmiş olacaklarını düşünerek, kıskançlıklarından bu yazıyı okumadıkları kanaati gittikçe kesinlik kazanmaktadır. Ancak, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, gerçekleri sonsuza kadar saklamak mümkün değildir. Bugün olmazsa yarın ama mutlaka bir gün bütün bunlar sağlam delillerle Türk’ü inkar eden dünyanın gözüne sokulacaktır. Tıpkı Sümer tabletlerinin okunmasından sonra ortaya çıkan gerçekleri kimsenin inkar edemediği gibi. Şu bir gerçektir ki; Türkler gittikleri her yere medeniyet götürmüşlerdir. Bunun en güzel örneklerinden sadece bir tanesini Sümer yazılı tabletlerinden okuyabiliyoruz artık. Sümer Türkleri Mezopotamya’ya geldiklerinde orada yaşayan yerli halkın ne durumda olduklarını bakın ne kadar açık anlatmışlar:
“Yemek için ekmeği bilmezlerdi. Giyinmek için elbiseleri bilmezlerdi. İnsanlar toprak üzerinde uzuvlarıyla (yarı sürüngen) yürürdü. Hayvanlar gibi otu ağızlarıyla yer, hendeklerin suyunu içerlerdi.” (Prof. Leonard Wooley-Sümerler)
Amerika’da Türk İzleri
Görüldüğü üzere, yazıyı bulmuş bir medeniyetin temsilcilerinin geldiği bölgede diğer insanların hangi şartlarda yaşadığı aşikardır. Sümerler Mu kıtasının batışından sonraki dönemde, bir Mu kolonisi olan ve hemen hemen Asya kıtasının yarısından fazlasına hükmeden Uygur İmparatorluğunun batıya göç eden bir parçasıydı. Meksika’da bulunan yazılı tabletler de Maya dili ile yazılmıştı ve 12.000-60.000 yıllık bir geçmişten bahsediyor, batık kıta MU’yu haber veriyordu. Böylece, Tibet’te bulunan tabletlerin doğruluğunu da teyit ediyordu. Daha doğrusu bu iki uzak mekanda bulunan yazılı kaynaklar, geçmiş hakkında verilen bilgilerin sağlamlığı konusunda birbirlerini teyit ediyorlardı. Bu Meksika’da bulunan tabletlerin anlattıkları ve kayıp Maya medeniyetinde kullanılan çok sayıda kelimenin Türkçe oluşu, (O kadar Türkçe ki, bu gün kullandığımız Türkçeyle bile doğrudan aynı olan çok sayıda kelimeler var.) Maya, İnka, Aztek uygarlıklarının kalıntıları olan Kızılderililerin kullandıkları dillerde bile bu kelimeler yaşamaya devam ediyor. Sadece kelimeler mi? Tabii ki hayır! Sadece konuştukları dil değil, yaşam biçimleri, ev olarak kullandıkları mekanlar, çadırlarında ve kilimlerinde kullandıkları desenler bile bu gün Anadolu’da halen kullanılmakta olan desenlerin birebir aynısı. Biraz detaya indiğinizde, eski Sümer kelime, sembol ve yaşam biçiminin, bugün Asya’da ve Anadolu’da kullanılan kelimelerin, kullanılan sembollerin, yaşam biçiminin ve inançların aynılarını, Amerika kıtasında yaşamış olan Maya, İnka, Aztek uygarlıkları ve onların devamı olan Kızılderililerde görebilirsiniz. Bu kadar geniş bir coğrafyada bu aynılık artık inkar edilememektedir. Kıskançlıktan kaynaklanan inkarlar ise yavaş yavaş belgeler konuşmaya başladığı için çaresiz bir suskunluğa dönüşmektedir. Aşağıda bu konuda yapılan tespitlerden bazılarına yer verilmiştir:
Kızılderililer Türk Mü?
İndiana Üniversitesinden Amerikalı Profesör Denis Sinor Sibirya Türklerinden Tunguz kabileleri ve Yukagir’lerin Tunç çağı evrelerinden beri Kızılderililerle ortak bir kültüre sahip olduklarını tespit etmiştir. Huş ağacından oyulmuş kayıklar, Pirok yani deri, ağaç kabukları örtülerek yapılmış barınaklar ya da Kızılderililerin yarı küresel (Wigwam) veya konik(tepec) çadırları tipinde ortak kültürler, önünde yarık bulunan hafif giysi türleri, makosenler, karlı ormanların temel ulaşım aracı kayak gibi donanımlar tespit etmiştir. (Erken iç Asya Tarihi- Prof. Dr. Sinor- S. 102)” (Tanrının Türkleri- Cilt.1- S.314- Semih Tufan Gülaltay)
“Sümer Tanrıçası İnanna’yı sembolize eden İnanna’nın “Ay kayığı” simgesi olan hilal şeklindeki, boğaza takılan kolyeye Tork denilmektedir. Anadolu’da Hitit devleti kurulmadan evvel yaşayan Tork-lar (Torkom) Hitit devleti sonrası kralları Pamba devrinde Hititlere boyun eğmek zorunda kalmışlardı. (The Hitites-Gurney-Pelican-U.S.A.) (Age. Sayfa:315)
“Tork isimli, Tanrıça İnanna timsali kolyeyi tıpkı Torkom’lar gibi Bozok (Etrak) kabileleri olan sarışın Kızılderili kabilelerinden Navajo’lar, Şanı’lar, Ocibya’lar kemikten yapılmış olarak boyunlarına takmaktadırlar. Bu “Tork”ları, Çokta Kızılderilileri hilalin ortasına yıldız koyarak göğsü kaplayan geniş bir Ay yıldız kolye olarak kullanırlar. (H.C. Tanju- Tunçderililer- S.68)” (Age. Sayfa:315)
“Sümer alfabesinde “Tork” timsali C hilal “N” harfi yerine geçer. Fin-ogur dilinde de “Tork” kelimesi boğaz, boyun anlamına gelen C hilal ile sembolize edilirdi.” (Age. S.315)
“Mayalar kendi dillerine aynı bizim ifademizle “Mayanca” demektedirler. Maya’ların Orta Amerika’daki önemli yerleşim yerlerinden olan “Yuka-tan” isminin Türkistan’ın Yok-Tan bölgesinden gelme olduğu anlaşılmıştır. Bu bölge Sümer Türklerinin Mezopotamya’ya göçmeden evvelki yerleşim sahası idi…
Tahiti adasına ayak basan Captan Cook, Kızılderililerin başlarına taktıkları çiçekten başlığa Türk adı verdiklerini 1769 yılında tespit etmiştir. (Papau Mailu Language- D’Argingy- Luzac- New Guiness) (Age. S.315)
Fiji adalarında Rotuma yerlilerinin dillerinin Altaik dil olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca Endonezya adalarının dillerinin de Altay dillerinden olduğu anlaşılmıştır. (H. Cemil Tanju-Tunç derililer. S.106) (Age.s.316)
“Doktor kelimesi yerine “Ah-men”, kırık çıkıkçıya “Kak-bak”, şifacı hekime”Ah-bak”, çocuk doğurtan ebeye “ilk-alan-zah” derlerdi.” Bütün Altaylılar gibi Kızılderililer birbirlerine amca, baba, teyze, hala, ağabey diye hitap ederler. Maya Kızılderililerinde 1878 yılında el öpme adeti tespit edilmiştir. (Tunç derililer. S.162) (Age. S. 316)
“Mohavk Kızılderilileri uzun eşek oyunu da dahil 12 Anadolu oyununun 11 tanesini bilmektedirler. Güreş ise bütün Kızılderili kabilelerinde dua ile başlanılan en önemli ata sporu olarak tatbik edilmektedir.”
“Brezilya ormanlarında Zakuma Kızılderililerinde güreş, rakiplerden birisi can verene kadar devam eder. Bizdeki “Kırkpınar” efsanesinde de pehlivanlar can verene kadar güreşmişlerdir.”
“Anadolu Türklerinin parmaklar arasına sicim gererek oynadıkları sicim oyunu Atabaşkan ve Keçuva kabilelerinde de oynanmaktadır. Üstelik figürler ve isimler de aynıdır. Eğer Anadolu’da bir figüre yıldız deniliyorsa, Kızılderililerde de yıldız denmektedir.” (Tunç derililer. S. 181) (Age. S. 316)
“İnka’lar kök sülalesine “Ay-ullu” yani ulu soy demekle beraber, kendi yöneticilerine Kur-Hakan demekteydiler. İnka’lar çocuklarına bir kahramanlık gösterene kadar ad vermezlerdi. Ad verme işlemi merasimle yapılırdı. (Dede korkut destanlarından Boğaç Han destanı hatırlanırsa, orada da çocuk bir kahramanlık gösterdikten sonra ad almış, ve bu ad alma işlemi de bir törenle gerçekleştirilmiştir.M.K.) bir kişi ölene kadar bir düzine ad ve nam sahibi olabilirdi. ”
“Mayalarda buluğ çağına eren çocuklara ok ve yay verilirdi. Kafkasya Türklerinde hala yaşatıldığı üzere, kadın kocasını adı ile çağırmaz, “Evin büyüğü”, “çocukların babası” gibi sıfatlar kullanırdı. Kına yakma bütün Kızılderili kabilelerinde, Anadolu ve Orta Asyalı Altaylılar gibi uygulanmaktadır. Beşik kertmesi töresi aynı şekilde yaygın bir töredir.” (Age. S. 317)
Yukarıdaki paragrafta anlatılanların tamamı Anadolu’da yaşanmakta olan Türk kültürünün bire bir aynıdır. Bu kadar yakın ve benzer bir yaşam biçiminin binlerce kilometre uzaktaki bir kıtada aynen yaşanıyor olması tesadüflerle izah edilebilir mi?
“İnkalarda aşağı sınıftan yani “Kara budun”dan olan birisi bir boğayı öldürmeden evlenme hakkı kazanamazdı. ”
“Mohavk ve Atabaşkan kabilelerinde Kore Türkleri olan İlu’lar gibi, nişanlı kızlar saçlarına nişan tüyü takarlar.”
“Loğusa kadın bütün Altaylılar gibi kutsal sayılır. Loğusanın kırkını yaparlar. Ölülerini bütün Altaylılar gibi, silahları ve atı ile birlikte “Kur-gan”lara gömerler. Kan davası bir töre olarak uygulanır.”
“Cenaze merasimlerinde bütün Altaylılar gibi ölü ağlayıcıları tutarlar. (Anadolu’da, Ankara yöresinde bu gelenek “Yasçı Tutmak” olarak yakın zamana kadar uygulanmaktaydı. Son zamanlarda azalmış durumdadır. Aynı gelenek yine Ankara il sınırları içindeki Kürt köylerinde de uygulanmaktaydı ve halen uygulanıyor. M.K.) Mayalar ölüm yıl dönümünde “Yıl aşı” verirler, cenaze törenlerinde erkekler yüzlerine kara boyalar sürerlerdi.” (Age. S. 317)
“Toltek Kızılderililerinin gebelik ve bereket tanrısı “Tez Katlı Poka” (Tez katlı boğa)dır. Kızılderililerde cennet ve sırat köprüsü kavramı vardır. Cennete Vakui (Akui- Altından ırmaklar akan yer) derler.”
“Siu Kızılderilileri’nin 1870 yılı sonlarında Papıti, Muhave, Kalamat, Şoson, Irok gibi kabilelerinde “Hu” çekerek Bektaşi semahlarına benzeyen ayinler yaptıkları tespit edilmiştir. (Tunç derililer.s.246)”
“İnkalarda Kopuz benzeri bir saz kullanıldığı tespit edilmiştir. Aztek ve Mayalar “Ç-şıra” (şıra) isimli içki içerler. İnkalar ise bu içkiye “Çira” derlerdi.” (Age.318)
Kızılderili ve Türk Dillerinde Kullanılan Ortak Kelimeler
“Toplam 600 lehçeden oluşan Kızılderili lehçelerinin ortak büyük kütlesi Atabaşkan Kızılderililerinin dilidir. Bu dil Altay dillerindendir. Bu dil diğer dillerin ortak buluşma noktası niteliğindedir. Bazı örnekler:
Yatkı : Ev, yatılan yerDodohişça : DudakLı-ık : Vatan, iliTamazkal : Hamam, temiz kalT-sün : UzunHogan : Kerpiç ev, HopanMissigi : MısırTepek : TepeHu : SelamTete : DedeTüre : Türe, TöreAtış-ka : AteşYanunda : YanındaAş-köz : YemekTapa : TubaYu : Su, yu-mak, yıkamakİldiş : Dişleme
Şimdilik Sonuç
Türk tarihi açısından daha işin başında bulunmaktayız. Eğer, Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlar kuruluş amacı doğrultusunda çalışmalarını bu güne kadar sürdürebilmiş olsalardı, şimdilerde yolun başında değil, belki ortalarında olurduk. Bugün de çok geç kalmış sayılmayız. Sadece kendi gerçek izlerimize ulaşmak için çaba göstermemiz gerekiyor. Bunu başarabilmenin birinci şartı da, dünyaya, insanlara ve olaylara Türk gözüyle bakmaktır. Başkaları tarafından bize verilen gözlüklerle dünyaya, insanlara ve olaylara bakarsak gerçekleri göremeyiz. Bir düşünsenize, “atlı kültür, atlı kültür” diye dayatılan şey sonunda Türklerin bütün hayatı imiş gibi konuşulmaya başlandı. Tamam atı biz ehlileştirdik, atlı bir hayatla iç içeyiz, savaşta ve barışta at binmede üstümüze yok. Ama insaf yani, hepsi bu kadar mı?
Bu sakat mantığa göre şimdi;
-Orhun abidelerini atalarımız at sırtında mı yazdı?
-Ya da bir ara dinlenmek için mola verilen su başında taşları görünce, dayanamayıp kılıçlarının burnuyla çentikler atarak mı yazdılar?
-Altın elbiseli adam adı verilen muhteşem altın zırhı (ki dünyada bir eşine, benzerine rastlanmadı bu güne kadar) at sırtında uzun bir yola giderken mi yaptılar?
-Bir vuruşta bir atı ikiye bölen, çifte su verilmiş o dehşetli Türk kılıçlarını at sırtına örs koyup da yollarda mı yaptılar? O çeliği at sırtında mı geliştirdiler?
-Pazırık kurganından çıkan o harika Türk halısını, atların arasına ip gerip, boşluğa tezgah kurarak mı dokudu Türk kızları?
-Kurdukları sayısı belirsiz Türk devletlerinde kullandıkları ve bizim yeni yeni tanıştığımız Türk altın ve gümüş sikkelerini darphane yerine, kayalık bir zeminde giderken, atların ayakları altına attıkları altın ve gümüş parçalarını at nallarıyla ezerek mi kestiler? Para kestikleri kalıpları da at sırtında çakı ile mi oydular?
-Tanrı dağlarından Turfan’a kadar, çölün altında bir ağ gibi örülen ve uzunluğu beş bin metreyi, derinliği yer yer yüz on metreyi bulan su kanallarını köstebeklere mi kazdırdılar? Hem at sırtında yaşayan insanların bu kadar uzaktaki suyu getirmek için kanala, tünele ne ihtiyacı var? Gider atlarını orada sular gelirlerdi. Öyle değil mi?
-Başka hiçbir yere bakmaya gerek yok. Tek başına Tac Mahal’i niçin yaptılar acaba? Atlarıyla sadece oradan geçiyorlardı nasıl olsa! Yoksa kendileri yapmadı, yaptırmadı da bir talan sırasında Çin’den ganimet olarak alıp at sırtında oraya mı taşıdılar?
-Hindistan’ı, Güney Azerbaycan’ı (İran’ı), bütün Asya’yı süsleyen Turkuaz kubbeleri, muhteşem mabetleri, kılıçlarıyla atların sırtında ayağa kalkıp gökten mi indirdiler?
-Nankör Arap zihniyetinin yıktığı Beytullah bekçisi, kartal yuvası Ecyad kalesini bedeviler mi yapmıştı oraya?
-Farabi, İbni Sina, Ali Kuşçu, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmut, Biruni ve binlerce Türk dehası ve dahisi, bütün eserlerini ve araştırmalarını atlı gece yürüyüşlerinde oluşan sessizlikten yararlanarak mı yazdılar?
Bu soruları sayfalar dolusu, ciltler dolusu sormak mümkündür. Burada sorulan ve sorulabilecek her soru, Türk milletinin bütün tarihini at sırtına bağlayarak, atalarımızı çapulla, talanla geçinen, yerleşik bir medeniyetleri olmayan ilkel bir topluluk seviyesinde göstermeye çalışanlara vurulan bir tokattır.
Bu tokadı hak edenler, sadece kendi ulusal çıkarları gereği Türk Milletini aşağılamayı kendine meslek edinen yabancılar değildir. Aynı zamanda yıllar boyu, kendi nesline, kendi milletini küçük göstermek için çaba sarf eden, küçük beyinlilerdir. Bunların adları ne olursa olsun, sonuç değişmez. O kuru mantıkları ile tuttukları yol Türk Milletine hizmet etmemiştir, etmemektedir. Tarihçilik, engin ve dehşetli bir uzak görüşlülükle M.Ö. 12.000-60.000 yılları arasından başlayarak tarihte Türk izleri aramaktır. Türk tarihini Malazgirt zaferinden başlatanlar, tekrar Malazgirt önlerine geldiklerinde, (Gidişat oraya doğrudur) buharlaşır giderler. Kısacası, Türk kültürü atlı bir kültürdür. At, Türkün hayatında önemli bir yere sahiptir. Ama Türklerin medeniyetlerini atla sınırlamak çok büyük bir haksızlıktır.Bu yazı tarihimizde utanılacak hiçbir şeyin olmadığının en açık ispatıdır. Bu gururlanmak değildir, bazı şeylerin ispatıdır. Türk gururlanmaz, kendine yakışanı yapar, diğerleri hasetlik çeker sadece.
Yorumlar kapalı.