Son
yılların lastik gibi her yöne çekile çekile sündürülmüş, bir bakıma içi
boşaltılıp değersizleştirilmiş kavramlarının en başta geleni hangisidir dense, “barış”la
“hoşgörü” arasında belki bocalarım. İkisinin de –bağışlayın,
amiyane tabirle- cılkını çıkardılar. “barış”ın cılkını silahlı
bir terör örgütünün siyasi kanadı çıkarırken, bir başka –kimi bakış açısıyla-
ihanet örgütü de “hoşgörü”nün cılkını çıkardı.
Sonuç
olarak, bu kendi kategorilerinde en üst seviyede ihtimam gösterilmesi gereken
değerler, öylesine ayağa düşürüldü ki, artık bu ifadeleri en çok kullanıp kendi
mel’anetlerini perdeleyenlerin kendileri gibi bu kavramlar da ne yazık ki
itibar zedelenmesine uğradı.
Başlıbaşına
bir yazı konusu olan “barış” konusunu ayrıca yazmak istiyorum.
Bugün çoktandır irdelemek istediğim “hoşgörü” üzerinde biraz
zihin eksersizi yapmak istiyorum.
Temel
değerlerde, yani inançta, ahlakta, kültürde, ülküde, aile birlikteliklerinde
olabilecek kabahatlerin tolore edilmesi ile; farklı inanç, kültür ve toplumsal
değer anlayışına sahip kümelerin/ toplum katmanlarının anlayışları arasındaki
farklılıkları aynı frekansta “hoşgörü” kavramı ile perdeleyerek
tolore etmek, o değerin yozlaştırılmasından öte bir anlam taşımaz.
Evet,
ne kadar farklılıklarımız olursa olsun birlikte yaşamanın getirdiği zorunluluklar vardır.
Bunların farklılıklarını ayırımcılık, kutuplaşma, bölücülük vs. gibi
nitelendirmelerle farklı uçlara savrulmalar olarak değil; belki daha temkinli
yaklaşımlarla birbirine “tahammül” etme duygusunda içselleştirmek
gerekir. İnsanlar kendi iç dünyalarında besledikleri değerlerin çiğnenmesini
elbette hoş görüp aşındırılmasına, ayaklar altına alınmasına rıza göstermezler.
Dünya tarihi, bu tür dayatmaların sebep olduğu binlerle ifade edilebilecek
çatışma örnekleriyle dolu. Ancak bu çatışmalardan kaçınmanın yolu da, çevre
şartlarının baskısı ile bunu “hoşgörü” kılıfında sunulan
kişiliksizlik sarmalında kabullenmek değildir. Böylesi bir kabulleniş,
eşyanın/varlığın tabiatına aykırıdır. Baskın bir ideoloji yada çevre baskısı
sonunda oluşturulabilecek kabullenme görüntüsünün zihinsel derinliklerde
sakladığı psikolojik travma, eninde sonunda patlamalara/aykırılıklara yol açar.
İyi
ama ‘çare nedir?’ denirse; bize düşen görev, kişiliksizleştirmelere boyun
eğmeden bir birimize “tahammül” etme anlayışımızı pekiştirmektir.
Bu sınırlar içinde birbirini bir diğerine dönüştürme garabetine/baskısına kapı
aralamaksızın herkesin “kendi olduğu” ama bir diğerinin “kendi
olması”na da “tahammül ettiği” bir atmosfer oluşturup, bu
çizgide hayatı sürdürmek olmalıdır. Madem dünyada farklı farklı ırkların,
dinlerin, inançların, ahlaki öğretilerin, ideolojik anlayışların varlığı tek
kutupluluktan çok kutupluluğa bir yelpazede varlığını sürdürüyor. O zaman bu
yelpazedeki tüm aykırılıklara da, varoluşlarındaki olgulara, ait oldukları
zeminde “tahammül” göstermeyi hayatın, birlikte yaşamanın kaçınılmaz ön şartı olarak
içselleştirme mecburiyetimiz vardır.
Yorumlar kapalı.