Selam ile…
Cuma’dan devam…Ortadoğu denilince Filistin, Filistin denilince de aklımıza hep ihanet gelmektedir. Geçen yazımızda, birilerinin hâlâ ısrarla kullandıkları arkadan vurma argümanının, sadece İslam ümmetini parçalamak ve Kur’an’da bize emredilenin aksine hiziplere bölünmemizi kolaylaştırmak için kullanılan bir saatli bomba olduğundan hareketle bildiklerimizi paylaşacağımızı söylemiştik. Bilenler bilir, köşe yazıları ilmî makaleler değildir. Kaynaklar, dipnotlar vesaire müracaat noktaları okuyucunun kendisine bırakılır. Ama olur da merak eden, itiraz eden, delilin nedir diye soran olursa da biz yazdıklarımızın arkasında durur ve beslendiğimiz kaynakları açıklarız. Şunu da ifade edelim ki, kimseyi ikna etmek, fikrinden döndürmek, yoldan çıkarmak gibi bir amacımız yoktur, olamaz… Çünkü örnek aldığımız Nebevî metot, Allah’ın kendisine bildirdiği gibi bizce de uygulanmaktadır: “Eğer bunca nimetlere rağmen yüz çevirirlerse sen sorumlu değilsin. Çünkü senin açık tebliğden başka bir görevin yoktur.” (Nahl 16:82)
Meseleye birazcık vâkıf olabilmek için çok değil, 130 yıl geriye gidip, yıllarca bu millete kızıl sultan, istibdadın mucidi, casus gibi tanımlarla anlatılan; bazılarının Ulu Hakan sıfatını uygun gördüğü, Osmanlıyı yaralı bir halde senelerce ayakta tutmayı başaran Sultan II. Abdülhamit’ten başlamamız lazım. İsminin önündeki “Şerif” sıfatından dolayı Peygamber Efendimiz’ in soyundan geldiği düşünülen Mekke Şerifi Hüseyin, Arap dünyasındaki karizmatik tanınmışlığına rağmen zeki ve dirayetli bir devlet adamı olmadığı için kullanılmaya müsaittir. Bu iki zıt vasfa sahip olması Sultan’ın dikkatini çeker ve 1891 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a davet eder ve 18 yıl boyunca bırakmaz. Hani meşhur İngiliz ajanları anlatılır ya, işte Abdülhamit Han Şerif’in onlarla irtibat halinde olduğunu bilir ve bu irtibatı kesmek için böyle bir yola başvurur. Nitekim amacına ulaşsa da, Sultan’ı tahttan indiren –ki bu da ayrı bir yazı dizisini gerektiren bir konudur- ittihatçılar, Şerif Hüseyin’i ve iki oğlunu kendi hallerine değil ama İngilizlerin ve Fransızların kucağına bırakırlar.
Oğlunun birine Suriye krallığı, diğerine Lübnan krallığı, kendisine de Hicaz bölgesinde kurulacak Arabistan devletinin -ki bu devletler hep haritalar üzerinde cetvellerle rastgele oluşturulan sınırlara sahip ve aslında tek bir millet olan Arapları parçalara ayırmak için kurulmuş devletlerdi- krallığı verilecekti. Bu sözlere kanarak emperyalistlerin avucuna düşer, Osmanlı trenlerine ve demiryollarına saldırılar ve sabotajlar düzenleyen çetelerin başında kendilerine verilen vazifeyi yerine getirir ve Osmanlı Devleti’nin kutsal topraklardaki hâkimiyetinin son bulmasında önemli rol oynar. Sonuçta kendisinden daha uysal bir kukla bulunur ve Suudi hanedanının İngiliz destekli darbesiyle Malta’ya ve ardından Kıbrıs’a kaçıp orada yaşar. Ömrünün son günlerinde Ürdün kralı olan oğlu Abdullah’ın yanında vefat eder.
Şimdi bu tarihi olayları niçin anlattım. Şerif Hüseyin’in bu ihanetinin cezası kendisi tarafından acıklı bir şekilde çekilmiş ve her aklına geldikçe “Ahhh ben ne yaptım, ahhh ben ne yaptım?” diyerek dövünmüştür. Çünkü Filistin’e yerleşen İngilizler oraya sistematik bir şekilde Yahudileri göç ettirmeye, Suriye’de Fransızlar Irak’ta da ingilizler kendi kültür ve dillerini dayatmaya başlamışlardı.
İhanetler olmuştur, bu ihanetlerde kullanılan insanlar da olmuştur. Ama bu insanların kısa sürede yaptıklarının farkına varması, kullanıldıklarını hissetmeleri, parçalanmışlığı yaşamaları, Osmanlının nasıl bir boşluğu doldurduğunun en açık göstergesidir. Unutmayalım ki bugün bu coğrafyada yaşananları yüz küsur yıl öncesindeki ihanete bağlayıp hâlâ oradaki mazlum insanlara düşmanca tavır alanlar, I. Dünya Savaşında karşımızda savaşıp yenilmemizde büyük pay sahibi olan devletlerle aynı dine mensup olmamamıza rağmen çok kısa sürede iyi ilişkiler kurup can ciğer kuzu sarması olanlarla aynı kişilerdir.
Selam ve dua ile…
Cuma’dan devam…Ortadoğu denilince Filistin, Filistin denilince de aklımıza hep ihanet gelmektedir. Geçen yazımızda, birilerinin hâlâ ısrarla kullandıkları arkadan vurma argümanının, sadece İslam ümmetini parçalamak ve Kur’an’da bize emredilenin aksine hiziplere bölünmemizi kolaylaştırmak için kullanılan bir saatli bomba olduğundan hareketle bildiklerimizi paylaşacağımızı söylemiştik. Bilenler bilir, köşe yazıları ilmî makaleler değildir. Kaynaklar, dipnotlar vesaire müracaat noktaları okuyucunun kendisine bırakılır. Ama olur da merak eden, itiraz eden, delilin nedir diye soran olursa da biz yazdıklarımızın arkasında durur ve beslendiğimiz kaynakları açıklarız. Şunu da ifade edelim ki, kimseyi ikna etmek, fikrinden döndürmek, yoldan çıkarmak gibi bir amacımız yoktur, olamaz… Çünkü örnek aldığımız Nebevî metot, Allah’ın kendisine bildirdiği gibi bizce de uygulanmaktadır: “Eğer bunca nimetlere rağmen yüz çevirirlerse sen sorumlu değilsin. Çünkü senin açık tebliğden başka bir görevin yoktur.” (Nahl 16:82)
Meseleye birazcık vâkıf olabilmek için çok değil, 130 yıl geriye gidip, yıllarca bu millete kızıl sultan, istibdadın mucidi, casus gibi tanımlarla anlatılan; bazılarının Ulu Hakan sıfatını uygun gördüğü, Osmanlıyı yaralı bir halde senelerce ayakta tutmayı başaran Sultan II. Abdülhamit’ten başlamamız lazım. İsminin önündeki “Şerif” sıfatından dolayı Peygamber Efendimiz’ in soyundan geldiği düşünülen Mekke Şerifi Hüseyin, Arap dünyasındaki karizmatik tanınmışlığına rağmen zeki ve dirayetli bir devlet adamı olmadığı için kullanılmaya müsaittir. Bu iki zıt vasfa sahip olması Sultan’ın dikkatini çeker ve 1891 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a davet eder ve 18 yıl boyunca bırakmaz. Hani meşhur İngiliz ajanları anlatılır ya, işte Abdülhamit Han Şerif’in onlarla irtibat halinde olduğunu bilir ve bu irtibatı kesmek için böyle bir yola başvurur. Nitekim amacına ulaşsa da, Sultan’ı tahttan indiren –ki bu da ayrı bir yazı dizisini gerektiren bir konudur- ittihatçılar, Şerif Hüseyin’i ve iki oğlunu kendi hallerine değil ama İngilizlerin ve Fransızların kucağına bırakırlar.
Oğlunun birine Suriye krallığı, diğerine Lübnan krallığı, kendisine de Hicaz bölgesinde kurulacak Arabistan devletinin -ki bu devletler hep haritalar üzerinde cetvellerle rastgele oluşturulan sınırlara sahip ve aslında tek bir millet olan Arapları parçalara ayırmak için kurulmuş devletlerdi- krallığı verilecekti. Bu sözlere kanarak emperyalistlerin avucuna düşer, Osmanlı trenlerine ve demiryollarına saldırılar ve sabotajlar düzenleyen çetelerin başında kendilerine verilen vazifeyi yerine getirir ve Osmanlı Devleti’nin kutsal topraklardaki hâkimiyetinin son bulmasında önemli rol oynar. Sonuçta kendisinden daha uysal bir kukla bulunur ve Suudi hanedanının İngiliz destekli darbesiyle Malta’ya ve ardından Kıbrıs’a kaçıp orada yaşar. Ömrünün son günlerinde Ürdün kralı olan oğlu Abdullah’ın yanında vefat eder.
Şimdi bu tarihi olayları niçin anlattım. Şerif Hüseyin’in bu ihanetinin cezası kendisi tarafından acıklı bir şekilde çekilmiş ve her aklına geldikçe “Ahhh ben ne yaptım, ahhh ben ne yaptım?” diyerek dövünmüştür. Çünkü Filistin’e yerleşen İngilizler oraya sistematik bir şekilde Yahudileri göç ettirmeye, Suriye’de Fransızlar Irak’ta da ingilizler kendi kültür ve dillerini dayatmaya başlamışlardı.
İhanetler olmuştur, bu ihanetlerde kullanılan insanlar da olmuştur. Ama bu insanların kısa sürede yaptıklarının farkına varması, kullanıldıklarını hissetmeleri, parçalanmışlığı yaşamaları, Osmanlının nasıl bir boşluğu doldurduğunun en açık göstergesidir. Unutmayalım ki bugün bu coğrafyada yaşananları yüz küsur yıl öncesindeki ihanete bağlayıp hâlâ oradaki mazlum insanlara düşmanca tavır alanlar, I. Dünya Savaşında karşımızda savaşıp yenilmemizde büyük pay sahibi olan devletlerle aynı dine mensup olmamamıza rağmen çok kısa sürede iyi ilişkiler kurup can ciğer kuzu sarması olanlarla aynı kişilerdir.
Selam ve dua ile…
Yorumlar kapalı.