Kutsallığına itikat ettiğimiz, manevi ve duygusal atmosferin zirve yaptığı günlerin sonuna ulaştık. Orucun zaferi olarak bize ikram edilen bayramı tüm güzelliğiyle yaşamaya çalıştık. Şimdi yeni bir dönem başlıyor. Nazlı, ince, duygusal ve hassas zamanların kazanımları üzerimizdedir. Kişiye en yakışmış edası ile çevremize gülümsüyorlar. Ancak zamanın acımasızlığı, dünya sevgimiz ve problemli bir devrin insanı olmak bu birikimlere diş bilemekte. Güzel ahlaklarımızı canavar dişli nefse, şeytana ve onların emrine girmiş olan sureta insanlara yem etmemek lazım. Yani kazanımlarımızı koruyalım ki, gelecek ramazana kadar manevi havuzumuzun bereketini en iktisatlı şekilde değerlendirmiş olalım. Bir yılın en çilekeş ama bir o kadar da en kazançlı dönemi ramazan olduğuna göre hasat zamanı da bayramlar değil midir? Öyle ise tahılı ambarlarda sakladığımız gibi, her türlü kazancımızı da gönül cidarlarımızın içinde saklamalıyız. Öz sermayemizi kolay zayi etmemeliyiz ki, gelecek hasat mevsimine kadar bizlere yeterli bir güvenceyi temin etsin. Öyle değil mi? Aksi olursa şayet, manevi olarak da müflis tüccarlarla yarışan insanların durumuna düşeriz diye düşünmekteyim.
İnsan bedeninin gıdalara, kalbinin duyguya ihtiyacı var. Ruhunun da maneviyata… İhtiyaçlar karşılanmazsa dengesizlik başlar. O yüzden nasıl ki, maddi anlamda bir kazanç kapısına sahip olmamız gerekiyor. Nasıl ki, sevgi ve gönül bağları ile kalbimizin duygu ihtiyacını karşılamak gerekiyor. Tıpkı bunun gibi ruhlarımızın da maneviyat denizlerinde serinlemeye ihtiyacı var. Manevi aidiyetin yetersiz olduğu, verimsiz, kurak ve kısır bir bünyedeki ruh, bunalımlarından arınamaz. Hem kendisine sıkıntı, hem de çevresine eza, sevdiklerine de cefa verir. Bireysel mutsuzluklar katlanarak sonuçta sosyal huzursuzluğa dönüşür. Umutsuzluk, karamsarlık ve yarı depresif haller, insanları hatadan hataya sürükler. Manevi tatminsizlik, ölçülerin sınırlarını zorlar. Hem günaha sebep olur, hem de davranış bozuklukları ve dengesizliğin kötü portresi olarak hayatlara zarar ve ziyan yaşatır. Zincirleme etkileriyle düşüldüğünde ise daha birden çok kötü ihtimali sıralamak mümkündür…
İnsanın kendini tanıması kadar muhteşem bir güzellik yoktur şu hayatta. Elbette ki bu tanıma düzeyinin derinlemesine olması gerekiyor. İçe doğru derinleşemediğimizde çareyi dış eğlencelerde aramak kaçınılmaz değil midir? Teşhisi yapılamayan her dert ise hastalığı ilerletmekten başka ne işe yarayabilir ki? Üstüne yeni hastalıklar ekleme ihtimali de kaçınılmazdır. Doğru teşhis, doğru tedavi ve istikameti düzgün bir yaşayış insanı mutluluğa ulaştırabilir. Günlük zevklerin ardına düşerek sadece an’ın keyfini sürmek mutluluk olarak tarif edilemez. Zira zevkler; anlıktır, mutluluk ise; her an ve şart altında bir ömür huzuru yakalayabilmektir. Zor anımızda, sıkıntılı günlerimizde, bela ve dertlerle karşılaştığımızda da huzurumuzu koruyabiliyorsak bahtiyarız demektir. Aksi halde kendimizi bir müddet daha anlık beğenilerle oyalayabiliriz. Ancak zevk denizinin kıyısına varıldığında deniz bile tükenir. İç dünyamızın huzurunu elde edemediğimizde dışa hitap da bir yere kadardır. Gençliğin deli cesareti, macera severlik, yüksek adrenalin, gözü karalık gibi nice kuvvetler, gün olur biter. Ömür denilen sınırlı süre de elbet bir gün tükenir! Unutulmamalı ki, her ne kadar hayat ayrıntılarda gizlidir desek de; öyle küçük zevklerin ardında büyük büyük mutluluklar gizli değildir. Ne demiş Hz. Mevlana: “ Dünya mekkardır, dünya kahhardır. Bir üzüm tanesi yedirir, yüz tokat vurur!” Şahsen, iç tatminsizliklerin ve dış dengesizliklerin nedenini manevi tatminsizliğe bağlayanlardanım. Kişinin, kendisini mutlu hissetme adına bir kandırmacaya girme sebebinin yine manevi aidiyetsizlikle örtüştüğünü düşünüyorum. Tercih herkesin kendisine kalmış…
Temenni ise yine bizden! Manevi aidiyetin güvenli limanında, içsel zenginliğin doyumunu yaşamak ve yapay arayışların temelsiz aldatıcılığına kapılmamanız dileğiyle. Hayatınız boyunca manevi hasadınız bol, pişmanlıklarınız az, tercih ve kararlarınız hayrınıza olsun…
Yorumlar kapalı.