Tarih kitaplarıbazen demokratik değerlerin ve özgürlüklerin yerle yeksan olduğu zamanları anlatır. 28 Şubat post-modern darbesi de işte bu utanç sayfalarından biri olarak karşımızda durmaktadır.
Kendi ironisi içinde içimizi sızlatan post-modern o darbe! Özgürlüklerin ince ince budandığı, demokrasinin kılıfına uydurulmak istense de mızrağın çuvala sığmadığıbaskı dönemidir.
28 Şubat 1997 tarihindekamu gücünü elinde tutanlardan bazıları, “Biz demokrasiyi koruyacağız!” naralarıyla sahneye çıktı. Silahların ve tankların namlusu vatanın öz evlatlarına doğrultulmuştu. Kürsülerden vaat edilen özgürlükler, bir bir raflarda yerini aldı. İşte böyle bir dönemde, demokrasinin elbisesi vardı ancak ruhu çoktan kaybolmuştu.
Bu süreç, bir halkın travmasıydı. İçsel huzurun yerini korku ve baskı aldı. Bastırılmış duygular, yasaklar ve çekinceler bilinçdışında birikerek toplumun ruhunu yaraladı. İnsanlar, özgürlüklerin kısıtlandığı, inanç, ibadet ve düşüncelerin baskı altına alındığı o kötü dönemi yaşadı.
Halktan bazı kesim darbeye alkış tutarken, diğer kısmı da baskı ve zulmün altında ezildi.Ülkede bir kesim yüksek sesle gümbürderken mazlumlarda da kırgınlık, sessizlik ve ürkeklik hâkimdi. Peygamber ocağı bildiği kutsal yapı vicdanları yaralıyordu…
İroni burada da kendini göstermişti. Özgürlüğün simgeleri, özgürlüğün kısıtlandığı odönemdeçelişik duruşuyla, kirli bir slogan olarak yankılanıyordu.
Gazetelerin manşetleri şairaneydi(!) o günlerde. “Demokrasiye balans ayarı yapıldı!” diyenler, halkın kalbine sıkılan bu kurşunun sesini duyamamış mıydı? Yoksa duymamayı mı seçmişlerdi?
Kürsülerde özgürlük nutukları atılırken, sokaklar suskundu. Herkesin sesi vardı. Ancak bu sesiyalnızca belirli frekansta olanlar işitiyordu. Ve öyle bir ironiydi ki bu; susturulanlar dahi “susuşlarının anlamlı olduğunu” sanarak istisnalar hariç olmak üzere sessizliğe biat ettiler.
Tanklar, caddelerde “güç gösterisi” yaparken, kimileri bunu “medeni bir uyarı” olarak okudu. Fakat asıl uyaran, tarih olacaktı. O günlerde sıralarından kaldırılan öğrenciler, yıllar sonra doktor, mühendis, akademisyen olacaktı. Ezilen, baskılanan, ötelenen, namaz kıldığı için aşırı dindar veya irticacı diye yaftalanan, başörtüsü bahane edilip onları “kamusal alanın dışına” atanlar, kamunun ne anlama geldiğini ve kimlere ait olduğunuzamanı geldiğinde öğreneceklerdi.
Özgürlüğün tanımı, kalem tutan parmaklarla değil, silahların gölgesinde yapılıyordu. Ve ne gariptir ki, bu kez namlular, fiilen ateş etmese de düşünceleri ve güveni öldürüyordu. “Şeriat geliyor” nidalarıyla korku pompalayanlar, halkın inançlarını ve o inancın yaşantısına bağlı duruşlarını fazlalık olarak görüyordu. Fakat tarih, kimin gerçekten fazla olduğunu zamanı gelince gösterecekti.
Sonra ne mi oldu? Herkesin malumu… O “balans ayarı” denilen müdahale, zamanın terazisinde ağır bastı. Halkını korumak üzere görevli olanların kamu gücünü keyfi şekilde kullanması unutulmadı. Devletin tanklarını sokaklarda yürütmeleri vicdanlarda affedilmedi. Yürüyen tankları alkışlayan kalemler ise yıllar sonra ya mürekkebini tüketti ya da gerçekleri yazmaya mecbur kaldı. Bugün o dönemin kurbanları, hayatın içinde dimdik yürürken, “ayarı yapanlar” ya tarih sayfalarında dipnot oldu ya da vicdanların mahkemesinde ebedi bir yargılamaya maruz kaldılar.
Velhasıl, 28 Şubat’ı yapanlar, baharı geciktirebilirlerdi ama engelleyemezlerdi. Zira karlar ne kadar inatçı olursa olsun, bahar güneşinin tek bir dokunuşuuyanmak için yetiyordu. Ve bahar, en beklenmedik anda, en umulmadık çiçeklerle geri dönüyordu.
Sonuç, o günlerde sessizliğe gömülenlere inat, imanına inanmış inançlı bir neslin içsel bir çığlığı ve yankısıydı…
Yorumlar kapalı.