Bizi biz yapan temel unsurların hayata yansıyan öğelerini sıralamaya kalktığımızda, herhalde birinci sırada insan aklını ve onun alt başlığı olarakta aklın özgürlüğünü vurgulamak lazım.
Evrendeki diğer tüm varlıklara –ki, bunlara kozmik/melekut alemi de dahil- üstün olmamızın temelinde yatan belirgin özelliğimiz; akıllı oluşumuz ve bu aklın özgürce seçim yapabilme özgürlüğüne sahip oluşudur.
Bütün inanç sistemlerinin, felsefi akımların, Peygamberlerin, Velilerin ve Azizlerin üzerinde hassasiyetle durdukları “kişinin dünyevi ve uhrevi sorumluluğu” dayanağını bu özgürlük vasfından almaktadır.
Bu kısa tespitten sonra konuyu getirmek istediğim nokta şu; yaşadığımız hayatın akışı içinde, öznesi olduğumuz olayların sorumluluğumuz çerçevesindeki bireysel tercihler kadar, giderek baskın bir hal almakta olan çevresel faktörlerin gelişmesinde etken olan hadiselerin failleri acaba yaşanan olgudan ne kadar sorumludurlar?
Tüm dini, ahlaki, sosyal ve evrensel kabul görmüş değerlerin silbaştan/yeniden yorumlanmak istendiği günümüzde, bireyin davranışlarına doprudan yada dolaylı olarak etkin biçimde müdahale eden dış faktörleri dikkate almadan, her halükarda “mutlak sorumlu” kabul edilmesine karşın; yaşanılan olgunun “özgür irade” ile tercih edilmiş olup olmadığına bakılmaması, değerlendirmelerde bu faktörün göz ardı edilerek yok sayılması, nihai noktada insanlığımız adına karar vericilerin düştüğü en temel yanılgıdır diye düşünüyorum. Bu nedenle, ister yöresel ölçekte, ister evrensel ölçekte; en dar alanından en kapsamlısına, bireyin doğrudan öznesi olduğu ya da kolektif şuurun zorlamalar ile müdahil bulunduğu olaylara bir de bu perspektiften bakıp, görünen panoramayı yorumlamak gerektiği kanaatindeyim.
Giderek yaygınlaşmakta olan bir kanı var; “hiçbir şey göründüğü gibi değil” ifadesi ile dillendirilen, insan söylem ve eylemlerinin metodik bir şüphecilikle analiz edilmesi gerekliliği üzerinden geliştirilen bu bakış açısı, belki de her olgunun kendi içindeki varoluş enstrümanlarına bakılarak daha iyi anlaşılmasına, daha doğru algılanmasına verilecek en büyük katkıyı bize sunmaktadır. Eğer hak ve ödevlerin doğurduğu söylemler bu algı ile mercek altına alınırsa, iradelerin hürriyeti genişliğinde, sorumlulukların sorgulanması daha gerçekçi bir zemine oturtulmuş olacaktır.
Toplumsal hayatımızın hızla sürüklenmekte olduğu birbirinden kopuk, birbirini anlama yerine dışlama/ötekileştirme tercihlerinin önüne geçebilecek, bu olumsuzlukları frenleyebilecek bir yeniden anlamlandırmaya, yeniden ortak paydalarda buluşturmaya şiddetle ihtiyaç olduğunu kabul etmek belki ilk adım olabilir. İnsanlık ve vatandaşlık dinamiğine köstek olmaktan başka hiçbir işleve sahip olmayan, aklın en saf/yalın kararlarına ayak bağı oluşturan, özgür düşünceden çok, ideolojik yada fanatik akım mahkumiyetinin artık “modernite” adına dayatılmaması, onun kendi özünde barındırdığı dominant/totaliter yapısına karşılık, bireyin kendi iç dinamikleri ile bir duruş tercihinde bulunması gerekir.
Giderek daha yüksek perdeden seslendirilen “Özgürlüğün bedeli ne ise ödeyelim” feryadının büyük kalabalıklarda yankı bulması, bu feryadın sessiz kalabalıkları bir araya getiren “bizden” ve “öteki” anlayışını derinleştirme potansiyeline sahip karşılıklar ve karşıtlıklar temelinde kendine yer bulması, vakit geçirilmeden oturup toplumsal bir değerlendirme yapmamızı kaçınılmazlaştırıyor. Tekrar başa dönmeden özetlemek gerekirse, yazının başından beri vurgulamaya çalıştığım dış etkenlerden arındırılmış irade hürriyetinin, tercihlerimizdeki üstün niteliği ile kabul görmesi halinde, yuvarlanmakta olduğumuz kaotik girdabın kenarından dönmemiz mümkün olacaktır. Toplumsal gidişin yön haritasında görülen “kaosa gider” uyaranlarını görmezden gelerek harcanan tüm çabalar korkarım toplumumuzu bu tehlikeli sondan korumak değil, o bataklığa daha çok yaklaştırmakla son bulacaktır.
Yorumlar kapalı.