Gün gelir tek başına doğar dünyayainsan. Büyür, yaşar ve çok olay görür, çok insanla tanışır. Gün de gelir, köprülerin altından nice sular akar. Bu handan ve insan hayatından nice insanlar gelip geçer. Hayattaki varlığının gayesini çözemeyenler, ölümün ve hayatın da gizemini çözemeden göçüp geçerler…
Gayesizlik ufuksuzluktur da aynı zamanda. Herkesin hayattan bir gayesi vardır elbette. Dünyadan bir şeyler bekler insanoğlu. Bakış açıları da farklı farklıdır içinde yaşadığımız toplumun. Hayat gerçeklerine de sosyal yapının gerçeklerine de farklı bakar kişiler. Herkes alt yapısında taşıdığıyla bir pencere açar; hayat adına umutlanmak ve mutlu olabilmek için.
Çoğunlukla sorgusuz insan, ne olduğunu anlamadan yaşar hayatı. Gününü gün ederken unutur yarınını. Anı yaşamak isterken bir sonraki an’ın gerçeğiyle yüzleşmekten de kaçmayız mı hepimiz de? Sevimsiz bulduğumuz, duymak istemediğimiz, ya da işimize gelmeyen gerçekler karşısında biraz da kaçak güreşmiyor muyuz? Kendimizi rahatlatmak, daha fazla gerilmemek, sürekli sorunlar üretmemek adına belki de böylesi daha anlamlı geliyor insanoğluna…
Kim bilir insan; yaşadığı acıları, kötü tecrübelerini ve hatırlamak istemediği tatsız olayları unutmak ister bazen de. Zira böylesi zamanlar da ihtiyaçtır, belki de unutmak! Görmezden gelmeye, unutmaya, hatırlamamaya, ötelemeye ve zamana bırakmaya ihtiyaç duyar, hayatın uzun soluklu oluşu ve geçiciliği karşısında… Hepimizin de böylesi unutmaları yok mudur? Aşklarınızı, sevdiklerinizin sizde bıraktığı üzücü hadiseleri, yarım kalan özlemlerinizi, yakınlarınızın ölümünü ve daha bilmem nicelerini…
Ancak unuttuğumuz öyle bir hakikat var ki, akıl çatlatan ve yürek patlatan cinsten; o da ölüm gerçeğidir! İnsanın öleceğini bilmesi; bir yandan nefsinin azgınlıklarını, hırslarını, gazap ve öfkelerini zapt ederken, diğer taraftan ise mutsuzluğa sevk etmiyor mu? Hayat sonlu ve kaçılmayacak bir gerçek. Bu gerçekle sık sık yüzleşebilmenin, kişinin oto kontrol sistemi açısından son derece önemli olduğu düşüncesindeyim. Kendisinin nereye gideceğini kestirebilen insan, erken ya da geç bir vakitte gitmenin vakıa olduğunu hakkı ile kavramışsa; o’na hazırlıklı olur ve yatırımını da buna göre yapar. Bir yandan hayat gerçeklerini özümser, öte yandan da ölmek için doğduğunu bilir…
Kişi, bu gerçeğin tarifini kendisine yapabilmişse ve “insan ölmeye doğmuştur” diyebiliyorsa çok şeyi de halletmiştir zannımca. Biyolojik olarak ölümü kabullenenler, sosyolojik olarak da iyi yaşama azminde olurlar. Toplumun bir ferdi olmaya veda edeceği günün varlığından şüphe duymayanlar ise kalıcı bir şeyler yapmanın çabası içinde olurlar. İnsanı adını yaşatmaya sevk edecek çalışmalara iten, belki de bu sonsuzluk özlemidir. Ne dersiniz? Kapı zillerinden isminin söküleceği, zamanın kendisini tüketeceği, adının da gün gelip silineceğini bilen insan, ölmeye doğduğunu da fark etmiştir!
Evet, ölmeye doğduğunu anlayan insan, her an yeni doğuşlarla ölüme hazırlık yapar. Anlar ki bir yandan gerçekleşen ölümler, diğer yandan da yeni doğuşlara gebedir. Ölmeden ölmeyi başarabilenler ise öldüğü halde yaşamaya devam edecek olanlardır. Nitekim ölürken bile yeni bir dirilişi gerçekleştiren büyük değerlerin örnekleri ile dolu değil midir insanlık tarihi…
Öyleyse; siz de kendinize biçtiğiniz rolün hakkını verin! Ölüm gerçeği karşısında; hiç ölmeyecekmişçesine sarılırken hayata, öldükten sonra karşılaşacaklarınızı da hesaba katıverin bir zahmet! Bu muhasebe içinde olmak, sizi ölüm hakikati karşısında başarılı kılacak en güzel ölçülerden birisidir hiç kuşkusuz. Ölüme bile tebessümlerle gidenler, ölmeye doğduğunun farkında olup, yeniden dirilişe geçenlerin tâ kendileri değil midir?
Ne mutlu bunu başarabilen kutlu ruhlara…
Yorumlar kapalı.