Tüm İslam Alemi için aydınlık günlere vesile olmasını umduğumuz bir Cuma gününde, geçen yazımızda girizgahını yaptığımız ve bugün de artık detayına gireceğimiz bir konuya başlıyoruz inşaallah. Pazartesi günkü yazımızda “Aynaya Bakmak” dedik ve imanımızın gereklerini ne kadar yerine getiriyoruz, teslimiyetin (islamın) hangi noktasındayız gibi sorular sorduk ve cevaplarını aramamız gerektiğini söyledik. Bugün Kur’an’ın rehberliğinde bir mü’min nasıl olmalıdır ve Allah mü’mini nelerle tarif etmiştir, onlara bakacağız inşaallah.
Kur’an’da 23. sırada yer alan, çoğunluk müfessirlere göre Mekke döneminin sonlarına doğru, diğer bir kısmına göre ise ortalarında nazil olmuş Mü’minun Suresi’nin ilk ayetleri bugünkü yazımızın temelini teşkil edecek. Makbul bir imanın neleri kapsadığını dile getirir sure. Zaten surenin ismi de; 1. ayetinde geçen Mü’minun kelimesinden ve müminlerin niteliklerini ele alan ayetlerle girdiği için verilmiştir. Makbul bir iman sureye göre tevhidi yani Allah’ın birliğinin tüm eşyada tezahür edişini, nübüvveti yani Allah’ın insana olan ilgisi ve insana olan merhametinin sonucu olarak vahyini taşıyacak peygamberlik müessesesini, vahyi yani peygamberlerin Allah’tan aldıkları ve insan oğluna ilettikleri, Allah’ın insana olan kelâm rahmetini ve ahireti kapsamalıdır. Bunları kapsamayan bir iman Kur’an’a göre iman olarak görülmemektedir.
Mü’min kimdir sorusunun cevabını surenin ilk dokuz ayetinde ve ilginçtir ki hep hayatla ilgili olan bu dokuz ayette buluyoruz. İman; Hayatın dışında soyut bir inanç olarak insanın vicdanına ve kalbine hapsedilmiş bir inanma şekli biçiminde tarif edildiği zaman bu sure işte bu tarifi reddetmektedir.Tutsak bir imanın sahibine faydası yok ki başkasına faydası olsun. Bir iman mutlaka sahibini aktif, aktüel bir özne kılar. Şimdi ve buradasını inşa eder. Eğer bir iman sahibini özne kılmıyor, ona kimliğini, etrafını ve hayatı inşa edecek gücü sağlamıyorsa o iman etkin bir iman değil, etken bir iman değil, edilgen, yani kullanılmaya, araç haline getirilmeye yatkın bir imandır. Böyle bir imanın da hiç kimseye faydası yoktur.
“Gerçek şu ki, iman edenler, kurtulmuştur!” (Mü’minun/1). Doğrusu gereği gibi inananlar kurtuluşa erecekler. Nasılmış, kurtuluşun anlamı neymiş ve iman denilince imandan ne kastedilirmiş, ne anlaşılması gerekirmiş? Yani inandım demekle bitiyor muymuş her şey? Ben iman ettim demekle, ya da şehadet kelimesini getirip bıraktıktan sonra her şey bitiyor muymuş? Yoksa iman kökü kalpte, gövdesi akılda, dalları muhayyilede, meyvesi eylemde olan bir ağaç mıymış? Hemen burada yeri gelmişken Ankebut Suresinin 2. Ayetinde ve başka ayetlerde değişik şekillerde ifade edilen şu soruyu da soralım Yüce Kitabımızın bildirdiğiyle: “İnsanlar denenip (kendilerince) ne olduklarının sonucu görülmeden “İman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar!”(Ankebut/2) İşte onu göreceğiz.
Devam ediyoruz;“Onlar (iman edenler) salâtlarında hakkıyla Allâh’a yönelmenin yaşantısı içindedirler”(Mü’minun/2). Mü’min kimdir sorusunun uzun cevabının ilk maddesi bu ayetle başlar. Onlar namazlarında derin bir tevazu ve ürperti içinde olan kimselerdir. Haşi’un, yani huşû içindedirler.
Huşû nedir? Gönülden gelen bir ürpertidir ki, bu ürperti insanın başını sonuna kadar eğer Allah karşısında. Bu ürpertinin kaynağı, insanın yüreğidir. Bu ürpertinin kaynağıyla imanın kaynağı aynıdır. Onun için imanın bir tezahürü olarak ele alınmıştır. Namazda huşû; öyle bir gönül ürpertisidir ki, gönül titremesidir ki, bu ürperti insanın bedenini de şekillendirerek Allah karşısında duyduğu bu sevgi ve saygı hissiyle insanın başını, sonuna kadar yere eğdirir. Öyle eğdirir ki bu ürpertinin, yani huşûnun başı kıyam, ortası rükû, nihayeti de secdedir.
Aslında bir rekatın en ana bölümünü, en has bölümünü oluşturan kıyam, rükû ve secde’den oluşan bu sürecin adıdır Huşû. Dahası insanın gönlünde ki Allah’a saygı, tazim ve sevgi hissinin bedene verdiği şekildir. Eğer insan komutu gönlünden almaksızın sadece bedeniyle kıyam, rükû ve sücutta bulunuyorsa işte o huşûsuz namaz olmuş olur. Onun için huşû bedenimizin aldığı şekli ruhumuzun komutuyla almasıdır. Ruhumuzun emir ve komutası altında başımızın secdeye gitmesidir.
En başta, Pazartesi günkü yazımızda da söylediğimiz gibi hayli uzunca bir konuya girdik. Gördüğünüz gibi daha birinci maddedeyiz ve bize ayrılan bölüm bitmek üzere. Ne kadar okuyucumuz var bilmiyorum ama, inşaallah bu yazdıklarımız okunur, üzerinde tefekkür edilir ve uygulamaya konulur. Köşe yazılarına başlarken de belirtmiştik: Allah Azze ve Celle’nin bizlere “Hayat Kitabı” olarak indirdiğinin ve Hz. Muhammed (Salat ve selam üzerine olsun)’in sahih sünnetinin dışında delil olarak sunacağımız bir şey yoktur. Gönül ister ki, okunduğumuza dair bir işaret alalım, müspet veya menfi bir geri dönüş alalım. Ama tüm bunlar olmuyor ya da birileri arkamızdan konuşup yüzümüze söylemiyor diye yazacaklarımızdan geri duracak da değiliz elhamdülillah.
Allah nasib ederse hafta başında görüşmek duası ve selam ile…
Yorumlar kapalı.