Ülke
yönetimini elinde bulunduran siyasi kadroların, kendilerine muhalif çevrede yer
alan siyasetçileri, akademisyenleri, gazetecileri, kanaat önderlerini,
entelektüelleri vs. ülke için söyleyecek sözü olan herkesi ayrımsız bir çizgiye
milli bir eksende buluşmaya davet etmeleri son derece doğal ve olağan bir
çağrıdır. Sanırım tüm demokrasilerde de bu tür çağrılar yapılmakta, farklı
tonlarda ve renklerde yer alan söz sahibi aktörler bu tip çağrıları özelde reddetseler
bile alternatif söylemler geliştirerek ülke çıkarlarını önceleyen bir duruş
sergilemektedirler. Ancak bu yöndeki çağrı, bize özel bir aykırılıklar curcunası
içinde sanki bir “günaha çağrı” imişçesine gibi son derece ilkel
ve yoz bir karşılık görmektedir.
Onca
okumalarımda görüp vardığım kanaat; bir İngiliz siyasetçinin, dış politika
yapıcıların, entelektüellerin veya özgür düşünce savunma hattının görünür
yüzleri gazetecilerin, ülke çıkarları söz konusu olduğunda, tüm iç kavgalarını
bir kenara koyup kenetlendiklerinin kayda geçmiş yüzlerce örneğini bulmak ve
değerlendirmek günümüz bilişim çağında hepimizin erişebileceği Google’a bir “tık”
mesafede. Aynı tabloyu bir Alman, bir Fransız, bir İtalyan veya bir İspanyol
gibi Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin politik tavırlarında da görmekteyiz.
Bu
tablo, her nedense yüzyıldır “Avrupalı”lık ülküsüne/sevdasına
kendini kaptırmış ülkemiz politikacılarının kahir ekseriyetinde “Avrupai”
bir dış politik duruştan eser taşımıyor. Tam aksine, içerdeki politik
farklılıklar dış politikanın da belirleyici argümanları olarak esas alınmakta,
iktidar cephesinin her “ak” dediğine “kara”, “kara”
dediğine “ak” demeyi değişmez, değiştirilemez bir dış politika
çizgisi olarak takip etmektedirler.
Oysa
girişte saydığım aktörlerin, toplumun bugünü ve geleceği adına geliştirecekleri
tüm teorilerin çıkış noktasına koymaları aslolan temel ilke, milliliğin ve
yerliliğin gerekleri üzerine kurgulanmalıdır. İster hepimizin hayat
standardını, ister ekonomik gelişmeyi, ister sürdürülebilir sanayi ve üretim
hedeflerini, ister adalet, eğitim, sağlık gibi birinci derecede geleceğe köklü yatırım
içeren sosyal içerikli gelişim ve dönüşüm katmanlarını kapsayan alanlarda
yapılanla yapılması gerekenler arasındaki makas açıklığını en aza indirecek her
tür proje ve gelecek vizyonunda muhalefetin de söyleyecek bir sözü, önerecek
bir projesinin olması demokrasinin doğasında bulunan çeşitliliğin ve
zenginliğin kazanımları olarak değerlendirilmelidir. Bu konudaki muhalif duruş
ve söylemlere –teklif ve proje sahipliği olduğu sürece- söylenecek hiçbir söz
yoktur.
Dış
politikaya gelince, iktidarıyla muhalefetiyle kenetlenmiş bir söylem bütünlüğü,
ülkemizin geleceği adına hayati derecede önemlidir. Buna “milli”
bir dış politika perspektifinden bakmak, devletin dünden bugüne gelen ilişkiler
ağı içindeki kazanımlarının kendi mahremiyeti içinde değerlendirip varılan
sonuçlar -kişisel görüşümüze uymasa bile- milletin “beka”sı adına aynı safta
durmak, sadece bir vatandaşlık görevi değil; kitlelere öncülük eden lider
kadrolar için bir mecburiyettir.
Üzüldüğüm
ve gerçekten nasıl tersyüz edilebileceğini kendi öz benliğimde formüle
edemediğim durum şu: Ülkemiz sınırlarını ihlal eden Rus uçağı düşürüldüğünde “niçin
düşürdün?” demek; “Türkiye İran karşı karşıya gelirse, ben
İran safında olurum” demek; Moskova’ya ziyarette bulunup “Türkiye
Rus uçağını düşürmekle hata etti” demek; cani Esad’a, Mısır diktatörü
Sisi’ye, dünün Irak lideri Türkiye düşmanı hırsız Maliki’ye heyetler gönderip
onlarla hatıra fotograf çektirmek; Avrupa başkentlerinde kapı kapı dolaşıp
Türkiye’yi şikayet etmek; içişlerimize AB ve NATO’nun müdahalesine davetiye
çıkarmak nasıl bir duruştur, nasıl bir kimlik yozlaşmasıdır anlayamıyorum.. ve
bu söylemlerin sahipleri ile aynı ülkenin vatandaşı olmaktan da utanç duyuyorum.
Son yıllarda iyiden iyiye belirginleşen politik arenada görünen gerçek;
mayasında “ihanet” olanın, hamurundan da ancak “hain”
doğuyor.
Yorumlar kapalı.