Bu yazıyı yazarken önüme açtığım kocaman bir atlas ve o atlasta Belh, Nişabur, Bağdat, Kufe, Mekke, Medine, Şam, Malatya, Erzincan, Karaman ve son durak Konya yol konaklarını çizgilerle birbirine bağladığımda; Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde 30 Eylül 1207 doğmuş olan Mevlâna’yı(v.17 Aralık 1273), “Bilginlerin Sultânı” unvanı ile bilinen Bahâeddin Veled’in bu kutlu yolculuğunu, yol konaklarının anlamları üzerinden anlamaya çalışıyorum. “Bilginlerin Sultânı” Bahaeddin Veled gibi alim ve zahit bir insan bunca yolu katederken, taşıdığı hamulenin kendinden tevarüs edeceği ilmin, irfanın ve şairce duygunun buluştuğu bir bilge kişi olacağının belki dille ifade edilmeyen farkındalığı içinde Konya’yı son durak seçmişti.. kim bilir? İşte şimdi o son duraktan dünyaya yayılan aşkın vuslat gecesinin üzerinden 737 yıl geçmişken, onu anmanın yanında anlamanın arayışında bir Mevlana Haftası’nı daha geride bırakıyoruz.
Umutsuzluğun çoraklaştırdığı bir coğrafyada, umuda ışık tutacak öncüler arayan gönüllere belki de en iyi kılavuz Hz. Mevlana’nın mirasıdır. Bu dünyaya gelen bedeni fani, mirası baki görenlere, “ Ten fanidir can ölmez, çün gitti geri gelmez/ Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyen Yunus Emre gibi düşünenlere, Hz. Mevlana’yı tanıma, tanıtma, unutmama adına birkaç söz de bizden olsun.
Şeb-i Aruz’un üzerinden tam 737 yıl geçmiş, bir o kadar yılın Vuslata Erme anı gönüllerde tazeliğini korumuş ve ona ödünç rahmetler dilenmiş; şefaat gününde Şefaatçi karşısında şahit olsun diye. Onun düşüncesinde ve fikirlerinde ölümün hiçbir zaman yokluk olarak kabul edilmediğini, “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” demesindeki hikmeti, gönüllerdeki ölümsüzlüğe yönelten aşk ve sevgi insanını bir kez daha anarken O’nun davetindeki gerçeği gözardı ederek maksadını çarpıtmalara da dikkat çekmek lazım. Evet o bir aşk, bir sevgi pınarı idi ama beslendiği kaynak Allah dostluğu idi ki bu yol da Peygamber yoludur.
Bıraktığı eserlerine baktığımızda, gerek kendisinin ve gerekse takipçilerinin izlediği, yaşadığı ve yaşattığı hayat tarzı; Allah ve Resulünün ölçüleri dışına taşmadan gerçeğe ulaşma tarzıdır. Bu tarzın salt mistik bir hümanizme indirgenemeyecek; iman, amel, ahlak bütünlüğünde iç içe geçmiş bir bütünsellikte olduğu açıkça görülür. Din anlayışındaki mükemmelliği, sorgulanmayacak kadar açık ve net; İnsan ve insanlık anlayışı, mistik bir hümanizm anlayışına sığdırılamayacak kadar yüceliklerde seyreden bir davetin özüdür.
Bu davetin özünde yatan gerçek; içinde yaşadığımız asrın ona atfedilen hümanizmi ile sınırlı bir davet değil; davet ettiği gerçeğin sahibi Allah’ın mesajına ulaşmak, o mesajı almak ve yaşamaktır. Tasavvufi manada Vuslata ermenin merhalelerini içeren Seyr, kabaca bir arzuya ulaşmanın çıplak yolculuğu değil, varılacak hedef için gerekli donanımın adım elde edilmesidir.
Ehlince çeşitli yolların açıldığı bu kutlu yürüyüşün günümüz algısı içinde Mevlana’nın davetini sadece “Gel, Gel, ne olursan ol, gel!/ İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!/ Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir./ Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!” çağrısına indirgemek, Onun mesajını özünden koparmaktır.
Onun davet ettiği gerçeği doğru anlayabilmek için insanı diğer varlıklardan ayıran farklılıkların niteliklerini iyi anlamak gerekir. İnsanın, saf akıldan ibaret meleklerden ve aklı olmayan hayvanlar aleminden ayrıldığı nokta; akıl ve nefis denen özel bir yapıdan oluştuğunu, bunun da bizimle aşkın varlık Allah arasındaki ilişkiyi düzenleyen öz niteliklerimiz olduğu gerçeğidir. Bu gerçeğin Mevlana’daki ifadesini “Bu canım var oldukça ben Kur`an`a tutsağım/ Muhammed Mustafa`nın yolundaki toprağım/ Benden başkaca bir söz nakledenler olursa/ Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım” deyişini dikkate aldığımızda “davet ettiği gerçeğin” basit bir hümanizm anlayışı değil; onu da kapsayan dinin özü olduğunu görebilme şansını yakalamış oluruz. Onu anarken, bu gerçeğin altını çizmekte yarar olduğunu umuyorum..
Yorumlar kapalı.