İnsan hayatı kutsaldır. Çünkü insan bizzat yaratıcısı tarafından şereflendirilmiş. Kutsal oluşu da bizatihi buradan gelmektedir. Ancak günümüzde kim ne kadar bunun farkında olarak hareket ediyor orası meçhul. Bize armağan edilmiş insanların, duyguların, düşüncelerin ve ruhsal hediyelerin ne kadarının kıymeti biliniyor. Bize verilenler de emanettir halbuki. Eş, dost ve sevdiklerimiz de emanet. Ömürler emanet, duygular emanet, insanlar emanet. Emaneti taşımak ise gerçekten ağır bir yük. İster baş tacı yaparız ister yerlere atarız. Dünyada elbette eğretiyiz. Eğreti dünyanın ölçüsü bozuk yaklaşımları da bir o kadar eğreti ve vahim değil midir?
Ancak hayat yaşanmak içindir. Peki nasıl yaşayacağız bu hayatı? Kuralcı, duygusal, hedonist, özgürlükçü, sorumluluk sahibi ya da fütursuz. Kimileri alabildiğine çok nasipli iken hayattan yana kimileri de bir o kadar çilekeş değil midir? Öyleyse her insanın hayatında dönüm noktası da olacak, kırılma noktaları da. Kiminde kenardan yaşanır bu kırılmalar, kimisinde de hedefin en merkezinden!
Niçin kırılır insan? Genellikle kırılma noktalarının ana merkezini beklentiler oluşturmaktadır. Kim kimden ne bekler? Günümüz insanı neler beklemez ki? Bazen yapılması gerekenlerdir beklenen, bazen de yapılmaması gerekenlerdir. Herkes herkesten bir şeyler bekler. Hem de kendisi hiçbir şey sarfetmeyerek, kendisinin de bir sorumluluğu olduğunu unata unuta sürdürür bu beklentisini. Beklentilerini hem kendisine hem de çevresine adeta kâbus yaşatırcasına bekler. Oysa beklentilerin karşılanma sorumluluğu sadece beklenenden olmasa gerektir. Bir başka kırılma noktası ise kişinin istekleriyle çelişen karşılıklardır. Kırılmalar, sonuçları itibariyle var eden yapıcı bir kırılma ise sorun olmaz. Şayet yıkıcı, yok eden bir kırılma ise böylesi gerçekten kahredicidir. Yürek acısını harelendirerek beklenti belasının ıstırapları ile başbaşa bırakır.
Evet, seven yürekler kırılır. Çünkü kırgınlıklar yara açar. Umudu öldürür. Eğer birisi kırılıyorsa değer vermiştir size. Kırılacak kadar önemlisinizdir kendisinde. Öyle olmasaydı şayet ne kırılır ne de umurunda olurdu his düşünce ve eylemleriniz. Ne kafa ne çene yorar ne de uykularının celladı yapardı kırgınlığını. Ancak ne var ki, gerçek sevenler kırılsalar da kırmamayı yeğlerler ellerinden geldikçe. Üzülüp alınganlık gösterseler de yine de kırgınlıklarını telafi peşindedirler. Hem de haklı olduklarını bile bile…
Eğer kıyamıyorsanız birine kırılmasını da istemiyorsunuzdur pekâlâ. Kırmak istememe nedeniniz oldukça fazladır. Hayalleriniz vardır, umutlarınız vardır. Size yakışan en doğru ve güzel olan böylesi olduğu içindir. Değeri vardır, hürmet edersiniz kırılsanız da kıramadığınıza. Peki, sizde kırar mısınız kırıldığınız yerden? Biraz da nereden kırıldığınıza bağlı değil midir bu durum? Kırılmak da güzel bir duygudur aslında. Bir nimettir çoğu zaman…
Sonuç olarak; kırıldığınızda kırılganlığınızı unutursunuz bazen. Kimi zaman da kıranı. Zaten insanı ölçülü, dengeli ve haysiyetli yapan da kırılmaları karşısında verdiği doğru ve yerinde tepkileri değil midir?
Yorumlar kapalı.