Günümüzde bir çok insan, kalabalıklar içinde yalnız yaşamakta ve iki çift söz edecek; dertlerini, acılarını, hüzünlerini paylaşacak birini bulamamaktadır. Güya hayatımızı kolaylaştırdığını iddia ettiğimiz kitle iletişim araçları, cep telefonu, bilgisayar, internet gibi vasıtalar, çeşitli problemlerle boğuşan günümüz insanının, zayıflayan aile bağları gibi sebebpler bireyin, kalabalıklar içinde yalnız kalmasına mani olamamıştır.
Zaman zaman çocukluğuma doğru bir yolculuk ederim ve “Eskiden bizler ne kadar da mutluymuşuz ya da büyüklerimiz eskiden ne kadar da talihliymiş” diyesim gelir. Bir fenerle bir mahalle, yaşlısı ve genciyle teravihe giderdik. Arefe günlerinde kabristan ziyaretlerinde dede torun, aile büyüklerimizle mezar ziyaaretlerinde bulunurduk. Babalarımız ya da analarımız bize, “Bu benim dedem, bu da dedemin dedesi…” diye soyunu tanıtırlardı. Dede ve ninelerinin masallarıyla büyüyüen çocuklar ne kadar da şanslıymışlar. Ne psikolojik rahatsızlık bilirlerdi, ne de panik atak, ne de depresyon… Evlâtları onların, ya evlerinde yada avlunun öbür tarafındaydı. Torunları vardı akşamları “Ben bu gece dedemle yatacağım; cici nenem bugün bizde kalacak” diyen. Dağ gibi babaları vardı, başı her sıkıştığında, yanında olacağından emin olduğu. Sokaklara düşmezdi insanlar; yaşlıların evin süsü, bereketi, zenginliği olduğu bilinirdi. Onlara “öf’ bile denmemesi gerektiğinin şuurundaydılar. Onların sözünün üzerinde söz olmazdı. Sofrada büyükler beklenir onlar başlamadan yemeğe başlanmazdı. Ellerine su dökülür. Havlu tutmak bir sanattı.
Sonra ne oldu ki evlat babasına, anasına hürmeti, saygıyı terk etti? Ne kaybettti insanlık, ne kazandı?
İnsanlar bir zamanlar yalnızlık ve irtibatsızlık çekmezlerdi. İnsanlar birbirlerine tahammüllüydüler çünkü bencillik henüz hükümdarlığını ilan etmiş değildi. O gün insanlar henüz öfkelerini kontrol edebiliyorlardı. Birbirlerinin duruşunu, bakışını, gülüşünü anlayabiliyorlardı. “Niçin yol vermedin, ne diye korna çaldın, niye ters bakıyorsun, neden bağırıyorsun?” gibi sataşmalarla başlayan kavgaların, hatta cinayetlerin yol açtığı problemler bu safhada değildi. Hani hiç kavga olmuyor değildi. Ancak bu kadar asabi ve bu kadar kavgacı değildik. Zîrâ insanlar; anne babalarıyla, evlâtlarıyla, eş dost ve konu komşularıyla mutlu vakitler geçirebiliyorlardı. Ne zaman insanlar, en yakınlarındakilerle bile irtibat kurmaktan imtina etmeye başladılar; o zaman kavgaları çoğaldı, huzursuzlukları arttı, mutsuz olmaya başladılar.
Hâlbuki bizden öncekilerin bir davranış modeli olarak ortaya koyduğu ve güzel dinimizin ahlak ilkeleri olarak benimsediği, iletişim kurma, arayıp sorma, selâmlaşma, güzel ve doğru konuşma, hediyeleşme, şefkat gösterme, öfkeye hâkim olma, sabretme, teenni ile hareket etme gibi birçok hasleti; günümüz insanının arayıpda bulamadığı yalnızlık hastalığınının ana sebepleri değil midir?
Cemaatle kılınan namazın sevabının daha fazla olduğunu ve cemaat içinde bulunan kişilerin günahlarının affedildiğini okumuş, dinlemiş bir insanın irtibat kurmanın ehemmiyetini idrak edip ona göre davranması gerekmez mi?
“Birlikte yaşayıp hareket etmenin rahmet” görüldüğü bir inancın mensupları nasıl olurda ; “ayrılık”, azabına, tefrika cehennemine bireyin özgürlüğü gibi aldatmalara kanabilir.
Hani bizim inancımızda gelemeyene gidilir; vermeyene verilirdi? Hastalık veya başka bir sebeple cemaate ve cemiyete katılamayanlar, evlerinde ziyaret edilerek onlara yalnız olmadıkları hissettirilir ve kuvve-i mânevîyeleri takviye edilirdi. Hasta ziyareti için evinden çıkan birinin, çıktığı ândan itibaren kendisiyle birlikte yetmiş bin meleğin de çıktığını ve o kişi için akşama veya sabaha kadar istiğfar ettiklerini öğrenmiş insanların başka türlü davranması da beklenemezdi?
Hayattaki her şeyin karşılıklı olduğunu düşünen günümüz insanı için karşılıksız verilen selâm, karşılıksız tebessüm elbette şaşırtıcı olmaktadır. Bir şeyler biliyor olmalı, tanımadığı küçüklere bile selâm veren aksakallı dedeler, ak yaşmaklı nineler. Onlar kendi dedelerinden, ninelerinden edindikleri irfanı son bir gayretle yeni nesle aktarmaya çalışıyorlar. Hz. Peygamberimiz(sav) “Ey insanlar, aranızda selâmı yayın.” dediğini ve bir meclise gelinince veya meclisten ayrılırken selâm verilmesini istediğini, hattâ Allah katında en makbul insanın karşılaşmada selâma önce davranan kişi olduğunu kim bilir hangi rahle-i tedriste öğrenmişlerdi.
Konuşurken kelimeleri itinayla seçsek, kırıcı olumasak, doğru sözlü olsak, konuştuğumuzda hayır konuşsak dünyamız daha güzel olmaz mı? “Söyle o kullarıma: Hep en güzel sözleri söylesinler; çünkü Şeytan aralarını bozmaya çalışır.” (İsra Sûresi, 53. âyet.3 ) buyrulmuştu. Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem); “Ey Allah’ın Resulü bizim hakkımızda en korktuğunuz şey nedir?” diye sorulunca, O’nun (sav), eliyle dilini tutup “İşte şu!” buyurduğunu bilen bir mümin farklı davranamazdı.
Alay etmenin, kötü lâkaplar takmanın, insanları karalamanın İlâhî Beyan’da açıkça yasaklanması, münasebetlerde üslûbun ne derece ehemmiyetli olduğunu ortaya koyuyordu.
Üç günden fazla küs durmanın yasaklandığı, dargın olanlardan barışmak için ilk adım atanın daha hayırlı olduğu belirtildiği hâlde, bu prensiplerin hayat düsturu yapılmaması ne acıdır.
Zanlardan sakınsak, başkalarının gizli hâllerini araştırmasak, dostluklarımızın ne kadar kalıcı olduğunu göreceğiz hep birlikte. Dostlarımızla münasebetlerimizde her işittiğimize inanmayıp, işittiklerimizi tahkik etmek, doğruluğunu, yanlışlığını araştırmak, bizi birçok yanlıştan kurtaracaktır.
Birbirini sevmeyen insanların tam mânâsıyla iman etmiş olamayacağı ve Cennet’e giremeyeceği belirtildiğine göre, irtibat kurmaya birbirimizi sevmekle başlamalıyız.
Yorumlar kapalı.