Her türden birlikteliğin yaşanabilmesi için bir kaynaşma ve ete kemiğe bürünmenin zorunluluğu ortadadır. Aksi halde onun adına “bir” olmak denemez. Arkadaşlık, dostluk, ticaret veya duygusal birlikler için de bu kural değişmez. Dünya hayatında her şey sonludur. İnsan ömrü sonlu, dünyanın kendisi bile sonlu. Mevsimlerin sonu var, günlerin ve yılların sonu kaçınılmaz. İnsanlar arası kurulan köprülerin mi sonu olmasın? Değişen ve ilerleyen süreçler sadece fizyolojilerimizi yıpratmaz. Etrafımızdaki yüzler değişirken, insanın duyguları, düşünceleri ve iletişimleri de değişikliğe uğrar. Gün gelir onca emek vererek kurulan birliktelikler de kendince bazı haklı sebeplere dayandırılarak sonlandırılır. Kimisinde konuşa anlaşa, kimisinde yıpratarak. Kimisinde helalleşerek, kimisinde dövüşerek. Herkesin sorun çözme yöntemi her nasılsa ayrılıkların şekil ve biçimi de o şekle bürünerek sonlanır.
Et kemikten ayrılırken işin doğasıdır acımak, acıtmak ve kanatmak. İletişim, etkileşim ve sevginin gücüne göre acının derinliği de değişiklik gösterir. Nasıl ki, güzel bir paylaşımın derinliği hayata lezzet katar. Birliktelikleri güçlendirirken, ilişkileri de olgunlaştırır. Tıpkı bunun gibi her ayrılık ve veda da acıtır insanın içini. Bu yüzden büyükler: “iyi ayrılık yoktur” demişler. Hele de o kadar kaynaşmadan sonra gelmişse veda denilen acı lokma. Dayanılmaz bir acıya muhatap olunması da kaçınılmazdır elbette. Zira canınızdan can, bedeninizden bir parça koparcasına şiddetli ıstırap verir insana. Çünkü sadece akıl ve mantığa dokunmakla kalmaz, ruha ve yüreğe de işlemektedir tüm yaşanmışlıklar. İşte bu yüzden olmalı ki, kimi insanlar sevseler de sonunu düşünerek tam anlamıyla bağlanmaz ve derinlemesine duyguya dalmazlar. Belki de daha önceki tecrübelerinden hareketle ortaya koyarlar bu temkini. Bütüncül bir şekilde gönül evlerinde misafir etmezler sevdiklerini. Onlarla derinlemesine kaynaşarak ete kemiğe de bürünmezler. Bir çeşit tercih meselesi olmalı…
Bu tavırları, kafalarının geri planında hep bir veda korkusu yaşadıklarından mıdır bilinmez! Fakat sonuçta bir veda kaçınılmazsa hazırlıklıdırlar veda sonrası yaşanacaklara. Huzur içinde uyurlar, gülerler, eğlenirler, sinema izler, vitrin seyrederler. Çok sıkıntı çekmezler anlayacağınız! Ya beklenen veda olmamışsa peki? Hep bir veda etme paranoyası içinde onca zamanın kanına girerken, ne bir paylaşma ne de bir teselli gerçekleşmez. Oysa istenmeyen sondan kaçmak adına yapılan her uzatma, daha çok yorar duyguları. Aslında arada geçen kırılmaları toplasanız, belki de kendinizle yüzleşerek yapacağınız son hamlenin tahribatından daha fazlaya mâlolduğunu görürsünüz. Peki, ya kayıp zaman ne olacak derseniz? Zamanın tekrarı var mıdır? Geriye getirebiliyor muyuz geçen zamanı? Sonsuz zaman mı bahşedilmiştir ki, bu kadar bilinçsizce israf bahtsızlığına düşmektedir insanoğlu. Yılları “iki arada bir derede” bitirmenin ve bitirtmenin de bir bedeli olacaktır muhakkak. Sahiplerine ödetilecek bir bedeldir bu. Hayat öyle karşılıksız değildir zannımca. Veda korkusuna sığınmış bir kaçaklıkla bedel ödetmek yerine, içinde bulunduğunuz zamanın hakkını vererek yaşamak daha isabetli bir tercih değil midir? Sevdiklerinizle paylaştığınız zamanın hatırını gütmek ve kaliteli bir şekilde hakkını verebilmek büyük bir bahtiyarlık olmalı. Küçük sebeplerin ardına sığınarak yaşanılması muhtemel güzellikleri çarçur etmemek, eğreti basitliklerle hayatı ve duyguları tahrip etmemek insana en yakışanıdır.
Zira insan bir kere ölür. Ya da bir kere yaşar hayatı. Her şey yerli yerince yaşanabilse keşke. Sevdalar da vedalar da. Hem de öyle olmalı. Her şeyin doya doya hakkı verilerek yaşanmalı. Yoksa ne “ol”duran, ne de “öl”düren sürüncemede anlayışların hiçbir katkısı olmaz hayatlara. Oldum mu adam gibi olmak, öldüm mü adam gibi ölmek işin şiarı olmalı oysa. Hani; “Ne kendine yâr, ne kimseye yâr, bir rüya uğrunda ben diyar diyar. Gölgemin peşinden yürür giderim” diyor ya şair! Ne şiş yansın ne kebap? Yok böyle bir hayat. Elbette bir gün bir şeyler muhakkak yanar. Ya şiş, ya kebap ya yâr ya da ağyar! Ya yanar ya da yanar…
Yorumlar kapalı.