Türkiye Cumhuriyetinin “Devlet” olma yönündeki son sekiz yılda atılan adımları tarih elbette not edecektir. Osmanlı’nın küllerinden yeniden bir devletleşme, hatta cihan devleti olma yönündeki her biri devasa sonuçlara gebe adımların atıldığı bir dönemin içte ve dışta kazandırdığı prestiji görmemek için ya iz’ansız ya da kör muhalif olmak lazım. Özellikle uluslar arası arenada katedilen siyasi, ticari ve diplomatik mesafe, alışılmış tüm ezberleri altüst etmiş; sessiz ve derinden alınan yol hafsalaları zorlayan bir boyut kazanmışsa, bundan gurur duymamak, buna sevinmemek ancak hastalıklı bir ruh hali olabilir. İçerde, devlet olmanın doğal unsurlarını yeniden inşa etme adına adım adım gerçekleştirilen açılımları, kurum yapılarında sağlanan değişimleri de takdir etmemek için ya devlet olmanın gereklerinden habersiz bir gafletin, yada kurulu düzenin getirdiği ezberleri bozmadan, toplumsal dinamiklere geçit vermeyen statik yapıyı koruma dalaletinin özürlü bir algısıdır diye düşünüyorum.
Son sekiz yılda yaşanan açılımları, heyecanları, umut ve beklentileri hep bu perspektiften bakarak değerlendirdiğinizde, bunlardan hangilerinin uzun ömürlü kalıcı, hangilerinin günlük siyasetin bir parçası olduğunu; ülke gündemine düşen olaylar karşısında alınan devlet tavrı ile, muhalif hezeyanların analizini yaptığımızda elbetteki gelinen noktayı sevindirici bulmamak için yine o kör muhalifliğin esaretini özümsemeyle eş değer bir anlayışta olmak lazım.
Ancak, o günübirlik olayları siyasetin heyecanına bırakıp, insanımızın yaşadığı hayatın ayrıntılarında, gerçekten devlet olabilmek için gereken görevler hakkıyla yerine getirilebiliyor, insanı odak alan politikalar tüm kesimleri kucaklıyor mu diye baktığımızda, karşımıza çıkan tablo oldukça karanlık. İnsana odaklı olmak, sadece muhtaçların günübirlik ihtiyaçlarını gidermek demek değil. İnsana odaklanmanın yolu, sadece vatandaşının huzur ve güvenini sağlamakla, iş adamına uluslar arası arenada ticaret hacmi oluşturmakla, banka ve finans kuruluşlarının daha genişletilmiş imkanlarını kullanarak istihdama yönelik krediler açmanın yanında Eğitimde, Sağlıkta, Aileyi korumada, Kültürü geliştirmede, Ekonomik hayatı canlandırmada elde ettiği ivmenin en zayıf halkası olan bireyin devlet karşısındaki korumasızlığına seyirci kalınmamasıdır. Çokça dillendirilen, ama bugün hiçbir mesafenin katedilemediği tek alan; devlet karşısında, ferdi koruma ve kollama görevine ilişkin düzenlemelerin yapılmamasıdır.
İnsanın tüylerini ürperten polis, asker, öğretmen intiharlarının giderek gösterdiği artış; anne katili evlatların sayısındaki aritmetik değil, geometrik büyüme; kepenk indiren esnafın dağılan hayatları; çocuğunu kurtarma adına ebeveynlerin kendi kişiliklerinden yaptıkları fedakarlıkların doğurduğu, gazetelerin hep iç sayfalarına hapsolmuş kahredici dramları ve daha nicelerini devlet adına hükümet artık görebilmeli, görmeli. Cihan devleti olma iddiası bunu gerektirir. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” temennisindeki devlet; despotizmin, duyarsızlığın, donmuş statükoyu sürdürmenin hayıflanması değil; şefkatin, merhametin ve adaletin en üst perdeden icra edileceği bir cihan devleti temennisi idi. Bir ülkede ferdin çözülemeyen sorunları gün geçtikçe artıyor, fert bu sorunlar karşısında yalnız kalıp devletini kendi yanında bulamıyorsa, bu gidişin doğal sonucu yüceliş değil, çöküş olur.
Yorumlar kapalı.