Ömür dediğimiz gerçek, süreli bir zaman dilimi. Bir gün bitecek her şey. Beklemediğimiz bir zamanda bizi teslim alacak ölüm. Rastgele bir yaşın bilmem kaçıncı gününde bitecek süremiz. Öyle değil mi? Elimizde olmadan doğduğumuz şu dünyada çok şey yaşar görürüz. Çalkantılarıyla, ıstıraplarıyla, acılarıyla, neşeleriyle ve kısa süren güzellikleriyle. Çünkü zaman içindeki kötü anların geçmek bilmediği, asırlara denk olduğunu biliriz. Yine kıymetli, neşeli zamanlarında aynı süreye denk gelseler de saat ve takvim ölçeğine göre çabucak bittiklerini de.Bir ileri iki geri yaptığımız dönemleri de olur insan hayatının. Atlayıp geçmek istesekde yaşanmadan geçilmeyecek zamanlardır bunlar. Hayat tokatlaya tokatlaya öğretir bize kendi gerçeklerini. İstemediklerimizi de yaşatır, gönüllü olmadıklarımızı da iteleyerek ve zorlayarak da olsa ister istemez kabul ettirir.
Bu yüzden çocukluk dönemlerimizi çok özleriz. Zira orada koca bir dünya vardır. Farklı ülkeler ve yerler vardır. Hayaller kurarak oralara gittiğimiz günlerdir o zamanlar. Keşke her şeyin hayallerdeki ve çocukluktakiler gibi kalmasını başarabilseydik. İsteyip, dilediğimiz o masum günlerin. Ancak öyle olmuyor işte gerçekler. Yine de çocuk yanımız hiç ölmesin diye mücadele ediyoruz. Öyle değil mi? Oralardan besleniyoruz, hayatının acımasız ağırlığı üzerimize çöktüğünde …
Biz de biteceğiz süremizi elbette. Hem de hasretlerimizi de alıp mezara götürerek. Yaşanmışlıklarımızı omzumuza yük edip, yaşanmamışlıklarımıza yetemeyen süremize iç geçirerek. Ve gözlerimiz açık bir sevda ile. Göremediğimiz yerler, yaşayamadığımız duygular,kavuşamadığımız sevdalarla. Dindiremediğimiz hasretleri de içimizehapsederek götürürüz gittiğimiz yerlere. Böylesi bir durumda ne isterki insan?Arkasından ne söylenmesini… Hayat her zaman beklediğimiz gibi gitmeyebiliyor. Çoğunlukla da gitmiyor zaten. Bu nedenle hayatın acımasızlıklarına biraz ön hazırlık yapmak gerekmiyor mu? Aksi halde yenik düşüyor ve açık yakalanıyoruz hayata karşı. Beklenmedik sonlara biraz hazırlıklı olmak gerekiyor dünyada. Kader kitabında yazılanlar, irademizle yaptığımız hatalar, hayatın acımasız çarkları…. Nereye götürür, nereye zorlar, ne kadar planlı ve düzenli yürütebiliriz hayatımızı hepsi bir meçhul.
Her ne kadar kaçmak istesek de kaçırmaz bizi kıskacına alan hayatın kuralları. Sımsıkıya sarmıştır ahtapot gibi. Hayatın içinden kaçsanız kaçsanız kendi içinize, özünüze ve kendi yalnızlığınıza kaçarsınız. Daralsa da yüreğiniz, yüklense de kasvetiniz her zaman bir umut kuşu bizimle uçup durmaktadır. Günler geçtikçe hayat mazimize de yeni anlar ve yaşanmışlıklar eklemeye devam eder. Geçmiş, geçmiş deriz de geçmiş hiç geçmez bir türlü. Peşimizden hep gelir. Sanıyorum bu kovalamaca sadece dünyada da bitmeyeceğe benzer! Kabirde de ahiret sonsuzluğunda da geçmişimizin geçmediğini bizzat göreceğiz. Belki de sırf bu yüzden geçmişimiz aynı kalmaz ve eskimez. O’da bizim değişimimize paralel olarak heybesini doldurmayı sürdürürken, kendi değişimini de gerçekleştirir…
Sahi ne istersiniz, gittiğinizde ve bittiğinde her şey. Elbette güzel hatırlanmak ister insan. Hayırla anılmak, iyiliğimize, doğruluğumuza, dürüstlüğümüze şahit olunsun istemez miyiz? Kırık kalpler bırakmak istemeyiz gerilerde. Resmî törenler de istemem şahsen. Ruhuma huzur verecek dualar, aminler, Kur’anlar ve Fatihalar. Bir de memleket toprağına gömülmek. Köy mezarlığımızda dedeme komşuluk yapacağım bir yer… Köyümün toprağında yatmak, ahirete oradan yürümek, Sur’a üfürüldüğünde gözlerimi memleketimde açmak. Şayet kutsi mekânlarda olamıyorsa toprakla vuslatımız, bari memleketimde olsun isterim doğrusu. Sükûnet içinde, ruhum çok sevdiğim köyümü izlesin diyerek. Büyük şehirlerin mezarlıklarında kaybolup gitmektense, mezarımda rahat uyuyayım isterim.
Yorumlar kapalı.