Bir
insanı “hain” diye nitelendirmek, belki gündelik hayatta yaşanan
kırgınlıkların bir dışa vurumu olarak algılanabilir. Öfke patlaması dindiğinde,
aklı selimi arka plana iten ve mantığın önüne geçen duygu seli durulduğunda, o “hain”
nitelemesi de unutulmaya terk edilir. Bir husumetin, kin ve nefretin objesi
olarak sürekli bir ivme kazanmaz.
Ancak
bu gündelik hayatın çerezleri arasında yer alan “hain” ile,
toplumsal yapılanmanın ete kemiğe bürünmüş örgütlü yapısı olan devlete karşı
işlenen fiillerden biri olan “ihanet”i farklı bir düşmanca
argüman olarak değerlendirmek gerekir ki, en medenisinden en ilkeline tüm
devlet yapılanmalarının hukuk sistemleri içinde müeyyidesi olan bir suç olarak
nitelendirilir.
Hiçbir
devlet yapılanmasının hukuk sisteminde tanımlanan “ihanet” olgusu
hoşgörü ile karşılıksız bırakılmaz, bırakılamaz. Sadece uygulanacak
müeyyide/yaptırım toplumdan topluma farklılık gösteren kriterler ışığında
değerlendirmeye tabi tutulur.
Geride
bıraktığımız Osmanlı asırlarında “ihanet”in gündelik yaşam içinde
toplumsal alanın sadece kamu yönetiminde görüldüğünü tarihlerimiz kayda
geçirir. Kamunun özellikle askeri alanda görevli üst seviyedeki rütbelilerinin
devlete ihanetleri tespit edildiği anda cezalandırıldıkları ve çoğunlukla da
olayın öznesi olan failin infazı/ölümü ile sonuçlanırken, son asırlarda daha
çok sürgün cezalarının uygulandığı ve sürekli bir gözaltı muamelesine tabi
tutulduklarını görmekteyiz.
Osmanlıdan
Cumhuriyete geçtiğimiz son yüzyılın ilk yarısında “ihanet”e karşı
sıfır tolerans perspektifinden bakıldığı; göstermelik yargılamalarla infaz,
faili meçhül infaz ya da yurtdışına kayıtsız şartsız sürgünle karşılık
verilirken demokratik hayatın başladığı son 70 yıllık süreçte olayın hem niteliği
hem de sonuçları çok farklı bir zemine kaydı.
Kapalı
açık ihtilal/darbe dönemlerinde, “hain”lerin her sıkışmışlık
anlarında demokrasi hamisi Avrupa’ya sığındıklarını, ülkemize karşı işledikleri
her türlü aykırılıkların paralelinde, başta istihbarat olmak üzere Türkiye
üzerinde hesabı olan tüm odaklarla içli dışlı, koruma altına alınmış güvenlikli
bir hayat sürdürdüklerini isbat için müneccim olmaya gerek yok. PKK, DHKP-C,
FETÖ/PDY gibi örgütlerin tüm üst kademe yöneticilerinin Alman, Fransız, İsveç,
Yunan vs. Avrupa ülkelerinde en üst seviyede hüsnü kabul görüp korundukları
artık rutin haline gelmiş bulunuyor. Bunların hemen hemen hergün bir şekilde
basın ve medya organlarında arzı endam etmekte olduklarını sanırım hatırlatmaya
bile gerek yok.
Tüm
bunların yapıp ettiklerinin sıradanlaştığı, aklı selim sahiplerinin bunların
gerçek yüzlerini tanıdıkları gerçeğinden öte; yurt içinde özellikle iki kesimin
koruyucu şemsiyesi altında barınan/barındırılan kamu kurumlarındaki
yapılanmalar ile medya ve siyasete sırtını dayamış “ihanet”
çetesi elemanlarının demokrasi ve düşünce özgürlüğü gibi değerlerin arkasına
sığınarak çeşitli istihbarat ağlarına sundukları ülkemiz aleyhtarı argümanlar –üzülerek
ifade edelim ki- Türkiye’nin en büyük çıkmazı.
Ülkemiz
panoramasına bakalım; içerde toplumun çeşitli katmanlarındaki onlarca problemli
alanda gelişmiş bir demokraside nasıl olması gerektiğinin çıkış yolları
aranırken, dış dünya ile ilişkilerde bulunduğumuz coğrafyanın –belki de-
yüzyılın en büyük problemleri için farklı farklı açılımlarla politika ve
strateji geliştirme çabaları yetmiyormuş gibi, bir de bu uluslararası
istihbarat ağlarının ele geçirdiği kiralık beyinlerin doğurduğu kaotik
faaliyetlerle boğuşmak zorunda kalması en büyük talihsizliğimiz. Artık
“ihanet”in kriterleri de kodları da değişmiş, üretilip kullanılan argümanların
gerçekliği değil, kullanılabilirliği ön plana çıkmış bulunuyor.
Devam
edecek…
Yorumlar kapalı.