Gariptir ki başkalarına hizmet ettiğimizde nefsi bir “seçilmişlik” hissine kapılabiliyorken, elimizin altındakilerin, birinci dereceden yakınlarımızın hizmetini gördüğümüzde, haklarına riayet ettiğimizde o seçilmişlik hissinden eser kalmıyor. Aksine onları, dışarıdaki hizmetlerimiz için önümüze konulmuş birer engel olarak görebiliyoruz. Bu da bizi “Nasılsa onlar benden gelecek sıkıntıya katlanırlar, ben başkalarının sıkıntısına derman olayım” düşüncesinde ısrarcı olmaya itebiliyor.
Oysa biz, annemizin, babamızın, eşimizin, çocuğumuzun hizmetini görmek için seçilmiş değil miyiz? Öyleyiz ama nefsimiz boş bir anımızı yakalayıp niyetimize ve hedefimize çelme takmadıkça…
Bizi olgunlaştıracak, halimizi güzelleştirecek hizmetten vazgeçemeyeceğimize göre, hem annemizin, babamızın, hem de eşimizin, çocuğumuzun ve diğer yakınlarımızın haklarına riayet ile birlikte farklı hizmet çalışmalarını nasıl sürdüreceğiz?
Bu sorunun cevabı ve belki de sorunun çözümü kişilerin içinde bulundukları şartlara göre değişiklik gösterebilir. Fakat işin esasını; “mesul olduğumuz kişilerin gönüllerini edip rızalarını almak, birbirimize karşı müsamahalı olmak (özellikle hanımların kocalarının yaptıkları hizmetin sevabına ortak olduklarını bilip, fedakarlık göstermeleri), dar vakitlerde bile kaliteli zaman geçirmeye gayret etmek, yapılışı gereği geniş vakte yayılması mümkün olan işleri ertelemek, planlı ve programlı olmak” şeklinde toparlamak mümkün sanırız.
Neticede, “İyilik adetini kimseye karşı asla bozma! / İyiliğe güç yetirdikçe ve günler aktıkça” diyen şairin nasihati doğrultusunda yeniden hatırlayalım: Nefsimizin ıslahı hizmetten, hizmet de güzel geçim, iyilik gibi hasletlerden geçtiğine göre, hizmet etmede kişi seçme lüksüne sahip değiliz. Bununla birlikte haklarını yerine getirmede önceliği olanlara karşı mesuliyetimizi ihmal etmeden, hayır ve hizmete onlardan başlayarak hizmetimizi dengede tutabiliriz. Hoşçakalın.SEMERKAND
Yorumlar kapalı.