İki
gündür irdelediğim “Devrim Kanunları”, kabul etmek gerekir ki,
toplum hayatının tüm kesimlerine dokunan unsurlar kapsıyor; sosyal, siyasi,
psikolojik, eğitim ve kültür alanlarındaki geçmiş asırlara dayanan kabulleri,
içselleştirilmiş anlayışları temelden değiştiren zorunluluk ve zorlamaları da
beraberinde getiren içeriklere sahipti.
1921
ve 1924 Anayasalarına dayandırılarak yapılan kimi düzenlemeler, özellikle
laiklik özelindeki uygulamalar Anadolu insanının “Sahih İslam”
anlayışının da, onunla bağlantılı kültürel yapılanmaların da adeta genetiğine
müdahale içeren asli “norm” ve “form”larına dokunan
uygulamaları ile adeta geçmişi toptan yok sayan, olmamış varsayan bir kökünden
kopuk “nevzuhur” toplum
yaratma mühendisliği benimsenmiştir. Geleceğe yönelik bu “aşı”
öncelenmiş, esas alınmıştır.. tuttu mu, -aradan geçen onca yıllardan sonra
geriye dönüp baktığımızda rahatlıkla- “elbette tutmadı”
denebilir.
Şimdi
gelelim Hilafet meselesine.
Bugün,
yerküremizdeki 7 milyarı aşkın insan kütlesinin inanç esaslı eksenlerde
yoğunlaştığını görüyoruz. Çin-Hint doğu dinleri ekseni, çeşitli varyasyonlar
ile Hıristiyan topluluklar kümesi(AB, ABD, Rusya), dünya ölçeğinde oldukça
küçük bir nüfusla Yahudi-Siyonist anlayış ve “öteki”ler.
İşte
üzerinde durulmaya değer gördüğüm, yaklaşık 2 milyar insanın oluşturduğu bu “öteki”ler.
“Öteki”nin bir bütünlüğü, bir merkezi otorite etrafında
kümelenmesi, sadece bulunduğu coğrafyada değil; evrensel ölçekte safını
belirlemedeki palyatiflik, günümüz Müslümanlarının acizliğinin, kimsesizliğinin
ve kan-gözyaşından başka hiçbir getirisi olmayan savaşların öznesi olmasından
öteye bir sonuç getirmiyor.
Çare,
her ne şekilde olursa olsun, adı ne olursa olsun merkezi bir otoritenin
toparlayıcılığında İslam topluluklarının güçlü bir birlikteliğinin
oluşturulmasıdır. 20’nci yüzyıldan bu güne kiminin sadece adı kalan, “Sadabat
Paktı”, “CENTO”, “Bağdat Paktı” ya da “İslam İşbirliği”, “Arap Birliği/Ligi” ve
“D-8 ülkeleri (Gelişen 8 ülke Ekonomik İşbirliği Örgütü)” gibi silik, hiçbir
konuda “sonuç doğurucu” inisiyatif alamayan göstermelik yapılanmalar değil;
daha etkin, pozisyonu her halükarda dikkate alınan, tüm Müslüman toplumların
etrafında kümelenebileceği bir yapılanmaya acil ihtiyaç var.
Üzerinde
durulmaya değer iki alternatiften birincisi, tıpkı İngilizlerin “İngiliz
Milletler Topluluğu” benzeri bir “Osmanlı Milletler Topluluğu”nu
oluşturarak, İslam ülkeleri birliğine giden yolda “çekirdek”
yapının odağını oluşturmak. İkincisi, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen “Hilafetin
İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine
Çıkarılmasına Dair Kanun”un 1’nci maddesindeki “Halife
halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen
mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” hükmüne işlerlik
kazandıracak, içe dönük hukuki çalışmalar ve dışa dönük yoğun diplomasiyle
ulaşılabilecek sonuçların tüm Müslüman toplulukların görüp yakındıkları
parçalanmışlıklardan doğan acizliklerin son bulmasına ve dünya milletlerinin
kümelendiği güç odaklarının karşısına, aşağılanan “Öteki”ler
olarak değil; topyekun birleşmiş kitlelerin ortak ekseni olarak varlığını
kabullendirme sonucunu doğuracaktır.
20’nci
yüzyıl Türk tarihini araştıran bilim adamlarının sıklıkla dikkat çektikleri bir
noktayı bu vesile ile özetleyeyim; Birçok bilim adamına göre Hilafetin
kaldırılması, 1924 koşullarını yaşayan genç “Türkiye Cumhuriyeti”ne
bir İngiliz dayatmasıdır. Bugünün “Türkiye Cumhuriyeti”, o günün
savaştan çıkmış, yorgun ve yoksul “Türkiye Cumhuriyeti” değildir.
Gerekiyorsa, bu konu tek başına halkoyuna sunulmalı, kabul görürse İslam
ülkeleri nezdinde de tartışmaya açılmalıdır.
Devam edeceğim…
Yorumlar kapalı.