Bu
yazının dün yazdığım ilk bölümünde Hilafetin kaldırılması ile onun olmadığı
dönemin temel icraatlarını aktive eden “Devrim Kanunları”
üzerinde kısmen bir irdeleme ile zihin eksersizi yapmaya kapı aralamak istedim.
Aslına
bakarsanız bugün halen Anayasal koruma altında olan “Devrim Kanunları”nın
birçok düzenleyici hükmü ya hayatın doğal akışı içinde ya da evrensel hukuk
normlarının zorlaması ile artık “yok hükmünde” kurallar durumuna
düşmüş bulunuyor. Örneğin, “Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların
Kaldırılmasına Dair Kanun”u –deyim yerindeyse- ilk delen, bu konuda en
çok titiz davranması beklenen Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki günlük pratikte
kullanılan “Paşa” ifadesini gösterebiliriz. Avrupa Birliği normlarının
dayatmasının da etkili olduğu demokratikleşme paketleri kapsamında “Türk
Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”la öngörülen alfabeye
Kürtçe yazımın ihtiyaç duyduğu ‘Q’ ‘X’ ve ‘W’ harflerinin
üzerindeki yasağın kaldırılmış olması gibi. Daha çarpıcı bir örnek..
Çok
sofistike bir laboratuar üretimi olan Aczimendi tarikatı mensupları,
kendilerinin yeterince güç topladığını sandığı bir dönemde, üretici
efendilerine kafa tutmaya başladıklarında hukuki kovuşturmalara tabi tutulmuşlardı.
Onlar da karşı karşıya kaldıkları her hukuki yaptırımı Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM)’ne taşıdılar. Konuya ilişkin yaklaşık 6 yıl önce, 18 Mart 2010
tarihinde gazetemizin bu köşesinde yazdığım “Aczimendi’lerden Kemalist
ideolojiye son darbe!..-3” başlıklı yazımda bu davaya ilişkin detaylı
bilgi vermiştim.
Detayları
bir kenara bırakıp şimdi yine o davalara geri dönüp atıfta bulunmamın sebebi;
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) eliyle “Devrim Kanunları”nın
hukuki boyutlarında oluşan aşınmışlıklara dikkat çekmek. Örneğin, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi(AİHM), 28 Kasım 1925 tarihli şapka kanunu ile 3 Aralık 1934
tarihili kılık kıyafet kanununa muhalefetten aldıkları cezaları, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi(AİHS) ile güvence altına alınmış din özgürlüğünün ihlal edilmesi
olarak karar altına almış ve Aczimendileri haklı bulmuştu. İç hukuka göre,
önceliği/üstünlüğü ve bağlayıcılığı olan bu karar, sanırım “Devrim
Kanunları”na vurulmuş, geri dönüşü olmayan en büyük darbedir.
Sözün
kısası önceliğimiz, Hilafetin kaldırılması sonrasında Cumhuriyet öncesi kısa
dönem ile günümüze kadar süregelen Cumhuriyet dönemindeki çeşitli Anayasa, yasa
ve diğer mevzuat değişiklikleri ile içi boşaltılan ya da tamamen “yok
hükmünde” bir keyfiyet kazanan
olguların halen kutlanması değil; günümüz ve geleceğimiz vizyonunda
ihtiyacımız olan veya olacak olan düzenlemelerin köklü ve sağlıklı bir çalışma
ürünü olarak ortaya konması olmalıdır.
Bu
önceliklerimizden ilki, Hilafet meselesinin Türkiye gündemine getirilmesi
olmalı diye düşünmekteyim. Hemen “Hilafet kaldırıldı” diyeceklerin
birkaç satırı daha sabırla okumalarını öneririm; “Hilafet kaldırılmadı!”.
Kimi akademisyen ve köşe yazarının “Halife hasretini
dile getirme” olarak aşağılamak istedikleri “Hilâfet aslında
kaldırılmadı, Meclis’in manevî şahsiyetindedir” tezi, basit bir
temenninin ifadesi değil; Hilafeti kaldıran Kanunun 1’nci maddesinde yerini
almış bulunan bir hükmün dillendirilmesidir.
3
Mart 1924 tarihinde kabul edilip 6 Mart 1924 tarihli 63 nolu Resmi Gazete’de
yayımlanan 431 nolu “Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye
Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”un 1’nci
maddesi, “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve
mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” diyor.
Tüm
laik ve Kemalist düşünce yanlılarının ısrarla kendilerini “koruma,
kollama ve muhafaza etme” mecburiyetinde hissettikleri bazı yasaların
içeriğinin nasıl boşaldığını yukarıda örnekledim. Üzerinde hassasiyetle durulan
“Devrim Kanunları”nın en başına oturttukları bu 11 maddelik
kanunda ise, bugüne kadar zaman zaman değişiklikler yapılmış olmasına rağmen
ne sivil ne askeri hiçbir Cumhuriyet hükümeti 1. maddesine
dokunmamıştır, dokunamamıştır. İşte bu 1. maddede, “Halife
halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen
mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” denilerek “Hilafet”e
açık kapı bırakıldığını, “Hilafet”in “Hükümet”çe
nasıl temsil edileceğinin, “Cumhuriyet”le nasıl bağdaştırılacağının
yol ve yöntemini bulmak, o 1’nci maddenin altını doldurmak bugünkü TBMM’nin
sorumluluğunda, onun omuzlarındaki bir yüktür.
Yarın
son bölümde de bunun gerekliliğini, gereksizliğini tartışalım.
Devam
edecek…
Yorumlar kapalı.