Dün
Halifeliğin kaldırılışının 92’nci yıldönümüydü. Geçmiş yıllara göre Türk
Kadınlar Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Drama Derneği, Çağdaş
Kadınlar Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği gibi bir sürü Kemalizm
istismarından beslenen fuzuli Sivil Toplum Kuruluşu, bu yıl çok fazla cazgırlık
yapmadılar. Hilafetin kaldırılışının 92’inci yıldönümünü oldukça sönük geçen minimize edilmiş törenlerle
kutladılar.
Hemen
not edelim o gün (3 Mart 1924) kabul edilen kanunları ki, neler kaldırılmış
görelim; Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti
Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun’la beraber, Şerriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkân-ı Harbiye
Vekâleti de kaldırılmış, ayrıca Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmişti.
Daha
sonra çıkarılan bazı kanunlarla beraber, kimine göre 8, kimine göre 9 kanun
bugün halen Anayasanın 174’ncü maddesi ile korunan “Devrim Kanunları”
olarak adlandırılmaktadır. İsimleriyle hatırlamak gerekirse, bunlar; Bazı
Kisvelerin Giyilemiyeceğine Dair Kanun, Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında
Kanun, Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanun,
Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Bir Takım
Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türk
Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun, İstiklal Mahkemeleri Kanunu, Şapka
İktisası Hakkında Kanun ve Türk Medeni Kanunu’ndaki Evlenme Akdinin Evlendirme
Memuru Tarafından Yapılacağına Dair Medeni Nikah Esası ve Medeni Kanunun
110’uncu Maddesi.
Bu
92’inci yıldönümünü kim nasıl kutlarsa kutlasın. Kamu güvenliğini, başkalarının
hak ve özgürlüklerini ihlal etmedikleri sürece, kullanılacak bir demokratik
hakkın kutlama biçiminde yansıtılması beni katiyen rahatsız etmez. Üzerinde
durmak istediğim konu başka.
Evvela
bu “Devrim Kanunları”nın birçoğunun Anayasal dayanağı
tartışmalıdır. Hemen “bu da nereden çıktı?” diye itiraz etmeden
önce, sanırım bir ülkedeki Anayasaya dayalı hukuk sistemlerinin ilk ve en büyük
ortak paydası, “yasaların anayasaya aykırı olamaması” esasıdır.
Tüm yasalar, Anayasanın hem lafzına, hem de ruhuna uygun olmak zorundadır. Bu
evrensel ilkeden hareketle baktığımızda bugün adına “Devrim Kanunları”
dediğimiz bazı yasaların, yürürlüğe konduğu dönemdeki Anayasa metinlerine
uygunlukları –hatta aykırılıkları- üzerinde durulabilir nitelik taşıdıkları bir
gerçek. Örneğin;
1924
Anayasası’nın 10 Nisan 1928 tarihinde değiştirilerek; 2. maddesindeki “Türkiye
Devletinin dini, Dini İslâmdır” ibaresi ile 26. maddesindeki “ahkâmı
şer’iyenin tenfizi” ifadesinin metinden çıkarıldığı tarihe kadar
yürürlükte bulunan 1921 Anayasası’nın TBMM’nin görevlerinin sıralandığı 7.
maddesindeki, “ahkâmı Şer’iyenin tenfizi” maddesi, 1924
Anayasasının 2. ve 26. maddelerinde genişletilerek korunmuşken, 10 Nisan 1928
tarihindeki değişikliğe kadar geçen sürede çıkarılan tüm yasaların -en açık
ifadesi ile- İslami esaslara uygun olması Anayasal bir zorunluluktur.
“Kanun
kanun, madde madde uyulmuş mudur?” sorusunun cevabı bu yazının
sınırlarını çok çok aşar. Ancak 3 Mart 1924’te Hilafet’in kaldırılmasını
takibeden süreçte Tevhid-i Tedrisat Kanunu başta olmak üzere, İslami(Şeriat)
mahkemelerinin kaldırılması, İslami vergi sistemi Aşar’ın kaldırılması, Şapka
Kanunu ile İslami kılık-kıyafetin yasaklanması, Tekke, zaviye ve türbeler
kapatılması, Takvim değişikliği, Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu
ile Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun gibi bir çok temel değişiklikler 1928
öncesinden günümüze kadar yansıyan köklü değişikliklerdi.
Yeni
bir anayasa yapma çabalarının yoğunlaştığı bugünlerde tıpkı 1921 ve 1924
Anayasalarında olduğu gibi, “Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır” ve “Büyük
Millet Meclisi Ahkâm-ı Şer’iye’nin tenfizi vazifesini ifa eder”
ifadelerinin yer alacağı absürd bir beklenti içinde değilim. Ancak o günlerin
gerek milli, gerek küresel atmosferin getirdiği dayatmalarla
kaldırılan/terkedilen bazı değerlerin yeniden ihdas edilmesinin
tartışılmasından yanayım ki, bunların en başında da Hilafet meselesi geliyor..
onu gelecek yazıda ele alalım.
Devam
edecek…
Yorumlar kapalı.