Eğer bir gelincikle buluşturmuşsa sizi kader; bu incelikleri bilmeniz lazım değil midir? Kime lazımdır; gelincik severlere. Kendisini de gelincik gibi hissedenlere. Neden lazımdır; soldurmamak ve solmamak için. Neleri bilmek gerekir; özgür olduklarını, kırlarda neşeyle yayıldıklarını, hassas olduklarını, güzel ve narin gönüllü olduklarını, kırmızı rengin asaletinde boy saldıklarını. Üzerlerine titrendiğinde deprem dahi olsa sizden vazgeçmeyecek kadar vefalı, sadakat sahibi, fedakâr olduklarını ispat ederler. Siz aç iken yemek yemez, siz uykusuzsanız uyumaz, siz ağlarken gülmezler. Değil mi ki onların hüznünü anlamış kederli duygularına ortak olmuşsunuz. Yalnızlığını paylaşmış, anlaşılma eksikliğini gidermişsiniz. Mutsuzluğuna umut, kalabalığına rağmen, kimsesiz kalmışlığına tercüman olmuşsunuz. İşte artık siz de onun vazgeçilmezi olmuşsunuz demektir. Bütün güzellikleri paylaşabilirsiniz bu güven ikliminde. Candan öte can, dosttan öte can dost, sevdadan öte kara sevda, sıradanlıktan öte bir sırdaş olarak…
Bu yüzden onları kopartmadan sevmek gerek. Acılarını anlamak gerek. Susmalarından mana çıkarmak, umutları bittiğinde kendilerinden bile vazgeçenlerin sizden da çok rahatlıkla vazgeçebileceklerini öngörmek gerek. Gelincik çok nazenindir. Hislidir. Bu yüzden onlara ait olmak isteyenin de nazenin davranması gerek. Kent hayatının ruhsuzluğu, mekanik, akılcı, ruhsuz, duygusuz ve yorgun düşünceleri ile gelinciklere ait duyguları nasıl anlayabilirsiniz? Çıkın biraz özgür vadilere. Dağların zirvelerine. Ovaların düzlüğüne. Meraların çimenine. Irmakların çağlayanına. Hasretinden sevda sevda coştuğunuz, arkasından yetişmek için koştuğunuz, gündüzleri ve geceleri kır bahçelerinde el ele tutuştuğunuz, dolunaylı gecelerde ise yıldızlarla söyleştiğiniz anlarla ve anılarla yazın ve yaşayın gelincik hallerini. Zira gelinciklerin meskeni, beton yığınlarının soğuk yüzlü mekânları değildir. Her ne kadar bu mekânlarda konaklamaya mecbur olsalar da!
Onları bazen bir kulak arkasına takılı, bazen başlara taç yapılmış, bazen de bir kitap arasında kurutulmuş haliyle bulabilirsiniz. Sorarsınız. Unutuldunuz mu, ötelendiniz mi neden asıl yerlerinizde değilsiniz diye. Niçin kopardılar dalınızdan sizi diyerek. Oysa siz; yağmura, güneşe, fırtınaya, rüzgâra katlanırdınız. Şimşekler sizi yakamazdı. Ne badirelerden geçmiştiniz kırmızı kırmızı açabilmek için. Ne kadar titremişlerdi sizin üzerinize bahçıvanlarınız. Şimdi hangi hoyrat elin darbesiyle düştünüz bu hallere. Neden yıkıldınız, yakıldınız böyle?
Gelincikler, hep meltem rüzgârlarıyla cilveleşmiyorlar gördüğünüz gibi. Hep tabiatların gereğince nazlaşmıyorlar. Çünkü durup dinlenmeden meltem esmez kâinat rüzgârları. Tıpkı hayatta ki rüzgârların sakin esmediği gibi. Sert rüzgârları da vardır hem hayatın hem de tabiatın. Ya gönül dünyalarında esen rüzgârlar. Onlarda emsaldir tabiat olaylarına. Sert estiğinde rüzgârlar, onlara karşı bir direnç görürsünüz gelinciklerde. Ancak bu direnç zulme uğramışların masum direncine denk düşer. Onlar zaten kendi renginde taşıdıkları için ağırlıklarını; kan dökmez, gözyaşı akıtmaz, kaba dövüşler yapmazlar. Onlar zarif ve hüzünlü bir direniş sergilerler. Metanetlidirler. Duyguludurlar. Anlaşılması güç bir ruh halleri vardır onların. Edaları da farklıdır, gedaları da.
Öyle ise; açan her bir gelinciğin kıymetini bilelim. Gitmesinler toprağımızdan. Küsmesinler bize. Biz de onların yaralı gönüllerini anlayıp, sarabilelim. Onlarla yar ve yaren, sevdalı, âşık, arkadaş ve dost olabilelim. Olmakla yetinmeyip bu paydaşlığı sürdürebilelim ki, yalnız olmadıklarını, dünyanın boş olmadığını, kendileri gibi insanlar olduğunu hatırlatabilelim. Küsüp solmasınlar, gam yükünün kervanında ağırlıkları altına ezilmesinler. Zira dünyanın faniliği gibi her gelinciğin ömrü de kendilerine takdir olunan süreyle sınırlı değil midir?
Yorumlar kapalı.