DÜN DÜNLE Mİ GİTTİ?
Geniş aile küçülüp “çekirdek” oluverdi. O çekirdek düştüğü toprakta bir daha yeşermedi. Ne yitip kayboldu, ne de bir daha eski haline dönebildi. Geniş avluların yerini insanın bedeninden çok, ruhunu sıkan balkonlar aldı. Çocuklar oyunlarını uzak köy yerlerinde unuttu. Çiçek, ağaç, kuş türleri artık lügatlerden ve google amcadan teyzeden öğrenilir oldu.
Huzurun yirmi dört saat nabzının vurduğu günler çok uzaklarda kaldı. Gül ve karanfil kokulu bahçeleri dikenler ve ısırganlar doldurdu. Güneş sıcak aydınlığını yıldızların ötesine taşıdı. Gidiş ve dönüş izlerinin patikalardaki derinliği yıllar içinde kayboldu. Ayrık otlarının kapattığı yollar geçit vermiyor yolcularına. Gönülden gönüle kurulan köprüler berhava olduğu gibi, bir selam için kalkan eller de iki yanda taş kesildi.
Toprağa bastıkça ayaklar ve bir de gökyüzüne uzandıkça bakışlar, en derinden hissederek soluklardı hayatı. Tarla kuşlarının yorgun yüzlere armağan ötüşleri, alınlardan silip alırdı toprağa düşenlerden arta kalan terleri. Eşikte bekleyenler, beklenene bir karanfil kokusuyla uçardı da kapılardan, pencerelerden yıldızlar dolardı. Rüyalarında bile huzurun kalbine dokunurdu sabaha kadar rüzgârın saçlarını okşadığı kiremitler altında mütebbessim yüzleriyle uykuya dalanlar. Dolunay yüzlü çocuklara en güzel ninniyi, açık kalan bir pencerenin kanadındaki paslı menteşe ya da gecenin karanlığında sevdalı bir salınışla gecenin hüznüne eğilen ağaçlar söylerdi.
Bütün bahçeler tarumar olmuş, koklanacak bir gül kalmamış değil elbet. Bir ısırgan dahi olsa dokununca elimizi sızlatan; canımızı acıtandır iç geçirişler, serzenişler. Gönlün, güllerin olduğu yerde, ayrıkların, ısırganların bulunmasına tahammülü olmaz çünkü. O ki, yaratılışı gereği her zaman güzeli ve iyiyi isteyendir. Onun sesinin izinden yürümek de, güzel olana varma heyecanıyla kanat takmaktır.
Mazi ve çocukluk kimileri için sızısı dinmeyen bir yara, kimileri için de bir masal ülkesi, bir sığınak… Ömrün her safhasında yeniden dönülen, yeni baştan yaşanan mutlu çocukluklardır. Yetişkinler içindeki çocuğu yaşattıkça, hayat yolculuğunu onunla el ele tutuşarak yürüdükçe, mutluluğu da yanlarında götürürler misafiri oldukları yıllara. Hayat devam ederken en güçlü damarıyla beslenme kaynağıdır çocukluk. Çocukluğunun gülen yüzünü isli aynalarda kaybedenler için de o güzel yılların bir anlamı yoktur.
Kalplere atılan çizgilerin bir ömür silinmesi mümkün değildir. Bu gerçeğin farkında olanlar en yakınındakinden en uzakta olana; yanından yolcu geçene bile iyi davranmayı, tatlı dille konuşmayı güzel ahlâk gereği bilmişlerdir. Onlar ki sadece insana değil toprağa, kuşa, ağaca, hayvana… yanı başında, uzağında hayatına dahil olan ne varsa her şeye merhamet etmeyi var olmanın bir gereği bilmişler. Bu davranış biçimini, gönül yüceliğinin özgeliğini herhangi bir okulda öğrenmemişler. Adeta gizli bir el tarafından bu güzel hasletler fıtratlarına zerk edilmiş.
Yuvasını en güzel şekilde yapanlar, koruyanlar; anneler… Her türlü tehlike karşısında cansiperâne yavrularını muhafaza etmeye çalışanlar… Bu kollayış maddi olan tehlikeler karşısında olduğu gibi, manevi yıkımlar karşısında da güçlü bir şekilde kendini gösterir. Her türlü tehlike karşısında korkak olduğunu zannedenler bile ne kadar cesur olduklarını fark ederler.
Bahçesine giderken gözü arkada kalmayan anneler nerede şimdi? Bir seslenişte yetişilecek mesafeler neden bu kadar uzak oldu? Bir merhametin estiği, bir gururun hissedildiği “yavrum” diyen sesler hangi sel önüne katılıp sürüklendi? Ak tülbentlerin örttüğü nuranî yüzlere hangi acıların hüznü çöktü? Annelerden sonra en emin el diyerek, elimize uzanan, derinden kavrayan dedelerin, ninelerin elleri hangi soğuk parmaklıklara tutunup, uzak hatıralarına gözyaşlarını gizli bir mektup gibi gönderir şimdi? Onlarla masallarımız daha renkli, sofralarımız daha bereketli, oyunlarımız daha anlamlıydı oysa. İçimizdeki sevinçlerin, sevgilerin; yüzümüzdeki aydınlığın, tebessümün büyümesine kimler engel oldu?
Suskunluğu sözün tâcı gibi bakışlarında da gezdiren, dudakları en çok dua dua kımıldayan ve bir nazarla çok sözün söyleneceğini anlatan anneler… Elimize diken batsa yüreğini yangın saranlar. Şükür çiçeklerinin kokusu, semaya açılan ellerinin parmak uçlarında duyulan; bir gün olsun yaşadıklarından şikâyeti olmamış müstesna insanlar… Elinin dokunduğu her yerde bin bereket, yüreğinin geçtiği her toprağa ekilen merhamet… Kendi sevdiklerini hiçbir şey söylemeden sevdirebilme gücü… Sevginin, etrafındakileri etkileyeceğinin sırlı bilinci… Dahası, inançlarında hiçbir şüphenin olmayışı, yaşadıklarında ve inandıklarında samimi olmaları… Onlar kendini biraz da “cahil” bulan ninelerimiz, dedelerimiz. Her bilginin okullarda öğretildiğini sanmaları bu hükümlerini biraz olsun doğrular olsa da, “hal” ilminin “kâl” ilminden daha tesirli ve sürekli olduğunun farkında olmadan, o ilmin sahibi oldular. Yani ki, nur yüzlü anneler takva sahibiydiler. Attıkları her adımda Yaradan beni görüyor, söyledikleri her sözde Yüceler Yücesi duyuyor bilincini hiçbir zaman yitirmediler. Ve onların çocuklarına bıraktığı en güzel miras da Allah ve Peygamber sevgisi, iyi terbiye ve örnek davranışları oldu.
Bin bir hatırası ve güzelliğiyle konaklar yıkıldı önce. Geniş aile küçülüp “çekirdek” oluverdi. O çekirdek düştüğü toprakta bir daha yeşermedi. Ne yitip kayboldu, ne de bir daha eski haline dönebildi. Geniş avluların yerini insanın bedeninden çok, ruhunu sıkan balkonlar aldı. Çocuklar oyunlarını uzak köy yerlerinde unuttu. Çiçek, ağaç, kuş türleri artık lügatlerden öğrenilir oldu. Toprağa değmeyen ayaklar, kaldırımlar üzerinde yürüdükçe o soğukluğu gün be gün yüreklere doğru taşıdı. Hissizleşen kalplerin katılığı bakışlara sirayet ettiğinde gözler de birbirinden kaçar oldu. Ve insan özünden uzaklaştıkça, kendini ve değerlerini kaybetti. Dün için bir anlam ifade etmeyen, olsa da olur olmasa da kıymetindekiler öncelik sırasında ilk sıraya oturdu. Fertler sadece kendisi için yaşaması gerektiğine ve hayatın bir yardımlaşma değil savaş olduğu yalanına inandı. Birbirine yaslanarak, dayanarak yürüyenler, birbirinden ayrı kalınca topallayan, dahası yerlere serilen varlıklar haline geldi. Dünyanın, Var Eden’in yanında sinek kanadı kadar değeri olmadığı unutuldu. Her zaman takıp takıştıran ve makyajını yenileyen, süslü bir gelin gibi görünen dünyanın, gerçekte milyon yıllar yaşamış bir acuze olduğunu hatırlamadılar. Gel diyerek elini uzattığı hiç kimseye de elini verdiğini ne gören ne de duyan oldu. Bunlara rağmen ulaşılmayacak, kavuşulmayacak o sesin ardına takılıp, kendilerini bile kaybedene kadar yürüdüler, koştular. Bir denizin suyuna parmak daldırıp, parmağındaki ıslaklığa kananlar, deryalar karşısında gözlerini yumdular.
Gün geçtikçe artan yalnızlığımız, dünyanın bulanık suları içinde bizi kendimiz karşısında da yabancılaştırdı. Tanıdıklara şüpheyle, yabancılara düşman gözüyle bakar olduk. Bir zaman sonra bir kâbustan uyanır gibi etrafımıza bakındık ve yanımızda en yakınlarımızın bile kalmadığını gördük.
Bir fırtına sonrasının korku ve ürpertisi doldu gönüllere. Bir de sokaklardan yükselen çığlık sesleri… İki kanadı olmadan uçamayan kuşlar gibi maneviyatlarını körelttiğimiz, sevgi ve ilgimizi esirgediğimiz, bir kanadıyla hayata uçabilir zannettiğimiz çocuklarımızın korkunç feryadı doldurdu kulakları sonra.
Merhum Cahit Zarifoğlu’nun üç mısralık şiiri, yüreğimize düşen bir ateş, suratımıza inen bir tokat gibi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? “Çalışan Anne” isimli şiirinde bir çocuğun tenhalığını ve düştüğü karanlık uçurumu ne güzel anlatır: “Korkunç / Bir fırtına çıkıyor / Annem evden gidince”
Üç günlük dünya hayatını âsûde geçirmek için, sevdiklerimiz ve sevildiklerimize yabancı kalırken; daha çok kazansınlar, kazandıkça mutlu olsunlar diye çocuklarımızı da bu yarışa katarken, dünya hayatının bitiminde bizlerle birlikte öteye gelmeyecek olan hiçbir şeyin gerçekte bir anlam ifade etmediği bilincini onlara verememişsek, bu koşuda boş yere terlemişiz, terlemişsiniz, terlemişler, MİLLET OLARAK TERLEDİK demektir.
Yorumlar kapalı.