Cumhuriyet’in
en yaşlı partisinin artık ancak bir şizofrenin “hezeyan”ları
olarak kategorize edebileceğimiz paranoyalarından birini daha izliyoruz. Ona
göre, şayet Türkiye “Cumhuriyet’in kurucu ayarlarına” dönerse,
her şey güllük gülistanlık olacak, silahlı çatışmalar son bulacak, canlı
bombalar tövbekar dervişlere dönüşüp “yurtta sulh, cihanda sulh” misyonerleri
olacaklar.
Serbestiyet.com
yazarı Gürbüz Özaltınlı, bu mantığı irdelediği yazısında diyor ki; “Sayın
Kılıçdaroğlu; sizin yurtta sulh dediğiniz, Şeyh Sait’dir, Ağrı’dır, Takrir-i
Sükun’dur, İstiklal Mahkemeleri’dir… Kürtlere verilen sözlerin unutulması,
hakların gaspı, isyanların kanla bastırılmasıdır… Sizin içinden geldiğiniz ama
üzerine tek sözünüzü işitmediğimiz; zehirli gazlar, bombardıman uçakları,
Dersim’in kayıp kızlarıdır.
Evet,
bu yıkıcı, karanlık gidişin üstünü cesaretiniz varsa kazıyın altından tam da o
sizin ‘kurucu ayarlarınız’ çıkar.”
Özaltınlı’dan
alıntıladığım bu paragrafı okuyunca, yaşadığımız silahlı kalkışma, canlı bomba,
siyasi nefret bağlamında zihnime üşüşen “kurucu ayarlardan bize miras” bazı
anekdotları paylaşmak istedim; istedim ki, Ak Parti öncesi 80 yıl boyunca inatla
sürdürülen asimilasyon ve inkâr politikalarından son 14 yılda neler değişmiş
onları hatırlarsak, kan ve göz yaşından beslenen canilerin yanısıra,
hakkaniyetten nasibini almamış olan bedbahtlara da bir hatırlatma olsun.
Ömrü
siyaset meydanlarında, parlamentoda geçmiş Şerafettin Elçi’nin, bir siyasetçi
ve bölge kanaat önderi iken “Ben Kürtüm” dediği için hapis cezası
aldığını;
Trafik
lambası renklerinin, Kürtlerin siyasi amblemlerinde yer verdikleri
Sarı-Kırmızı-Yeşil renkleri çağrıştırdığı için, bir dönem bu lambaların
renklerinin değiştirilip değiştirilemeyeceğinin paranoyakça bir tartışmanın
konusu bile olduğunu;
Hapishanede
cezasını çeken eşini/çocuğunu ziyaret eden, Türkçe bilmeyen annenin/eşin Kürtçe
konuşmasının yasak olduğu;
Güvenlik
gücünü elinde bulunduran otorite temsilcilerinin suçluya alenen dışkı yedirdiği;
Kürtçe
şarkı-türkü kasetlerinin “kaçak sigara”, “uyuşturucu madde” gibi
tezgah altından gizli gizli satıldığı;
Siyaset
meydanlarında Kürtçe propagandanın “bölücülük suçu” olarak
yargılama konusu edildiği;
Güvenlik
gerekçesiyle köylerin, mezraların boşaltıldığı; yakılıp, yıkıldığı; büyük
kentlerin varoşlarına sığınan köylülerin zaman içinde oluşturdukları gettoların
“kurtarılmış bölge” olarak karşılık bulduğu;
İşsizliğin,
yoksulluğun “öğretilmiş çaresizlik” sendromunda kıvranan getto
sakinlerinde öfke birikimini besleyen ana güç kaynağı olduğu;
Yolların,
köprülerin, barajların, havalimanlarının hizmetin sunumu değil; akla ziyan bir
akademisyen dillendirilmesi ile “savaş”
gerekçelerine dönüştürülebilmesine yatkın bir sosyolojide karşılık bulduğu;
Güvenlik
güçlerinin “Sarayın askeri”, “Sarayın polisi” ithamlarıyla
pasifize edilmek istendiği; “Kürt sorunu”nu çözme yolunda “bu
uğurda gerekirse Baldıran zehiri içerim” diyen devletin en üst birimi
Cumhurbaşkanlığı makamındaki Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu manipülasyonlarla şeytanlaştırılmak
istendiği;
Kobani
öncesi Türkiye’nin Suriye Kürtlerine uzattığı elin her seferinde boş
bırakıldığı/ısırıldığı; defalarca Ankara’da ağırlanan Salih Müslim’in siyasi
bir dansöz gibi bölgedeki savaş, kan ve gözyaşından beslenen baronların koynuna
girmekte sakınca görmediği;
gibi,
daha sıralanabilecek onlarca konu başlığını akıl, izan ve vicdan terazinde
değerlendirecek her bağımsız ve tarafsız, önyargısız insan; yaşanmakta olan
acıların, dökülen kanların, akıtılan gözyaşının, ziyan olup giden ekonomik
gücün “Cumhuriyet’in kurucu ayarlarına” dönmekle
durdurulamayacağını idrak eder.
“Cumhuriyet’in
kurucu ayarları” bağlamında İslami duruş sergileyenlerin uğradığı
mağduriyetler apayrı bir araştırma konusu ki, bu süreçte şimdilik onları bir
kenara not etmekle yetindim. İşin o boyutunda yaşanan nice faciaları da
inşallah birgün bu köşede paylaşırız.
İçinde
bulunduğumuz süreçte kurtuluş yolumuzu aydınlatacak iki şeye ihtiyacımız var;
duru bir akıl ve kirlenmemiş bir vicdan.
Yorumlar kapalı.