İki zıt kutuplu dünyayı içinde barındırıyor insan. Bir yönü devamlı iyilik düşünürken, diğer yönü ise daima kötülüğe çekiyor. Yaratılış sırrı ve dünya imtihanı açısından önemli olan bu yapı, iradesini kullanarak yapıpettikleriyle insanın kalitesini de ortaya koymuyor mu?”Kendini bilen rabbini bilir” hükmü gereğince, bir bakıma insanlığımızın derecesi de ölçülüyor. Rabbini bilen insan, önce kendisinin sonra da başka insanların hakkını, hukukunu, şeref ve haysiyetini koruyor. İnsanlığa yakışmayan bir yaklaşım sergilemesi söz konusu bile olmuyor! İşte insanın kötü yönünü nefsi temsil ederken, iyi yönünü de ruhi kabiliyetlerinin güzelliği ortaya koyuyor. Nefsin gıdası kötü davranışlar ve günah iken, ruhun gıdası da maneviyat dediğimiz güzel amellerimiz, yani iyiliklerdir.İnsan olarak dünyaya gönderilmemiz, doğuştan torpilli oluşumuzun da bir tescili sayılmıyor mu? Peki, bu torpillilik, dünya üzerinde ne kadar hüküm sürebiliyor dersiniz…
Böyle bir profili ortaya koyduktan sonra hali hazırdaki manzaraya bir bakalım. İnsanlığın neden bu kadar inim inim inlediğinin, insan türünden olan bir canlının nasıl bu kadar canavarlaşabildiğinin, hakka girmenin, adaletsizliklerin, zulüm ve gaspların, bencilliklerin ve envaı çeşit akıl almaz kötülüklerin sebebi daha net anlaşılabiliyor. Çünkü nefsinin esiri olanlar, kademe kademe insanlık meziyetlerini kaybederek çukurlaşıyor. İyilik yönüyle ruhi ve kalbi meziyetlerini kullananlar ise; derece derece yükselerek insanlık kalitesinin en üst seviyesine oturuyor. İşte bu iki kutup arasında gidip gelen insanoğlu, yaptıklarının rengi ile beslendiği adresi de, gittiği yönü de tayin ediyor. İnanç sistemimiz içinde adına günah denilen davranışlar, nefsi yemlemek olduğundan canavarlaşmış insan tipolojileriyle karşılaşıyoruz. Ruhen beslenen insanlar ise; sevaplarıyla her gün güzelliklere yoluculuk yaptığından fıtraten temiz, ahlaken güzel, güvenilen ve saygı duyulan insanlar sıralamasında yerini alıyorlar…
İşte bu yapıpettiğimiz fiiller, bizim insanlık ölçümüzün bir göstergesi olduğundan kendimizi, nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi sorgulayan bireyler olmamız kaçınılmazdır. Zira sorumluluk sahibi insan olmanın yolu insanın kendisini sorgulamasından ve test etmesinden geçmez mi? İnsan olmak başlı başına yaratanımıza karşı teşekkürü, bir borç olarak beraberinde getirmelidir. Fakat ne gariptir ki insanoğlu, yine kendinden olan insana zulüm etmekten geri kalmıyor! Birçok sahada yine tekrarlanan insan hakları ihlalleri silsilesi…! Yani zulüm adına yine bir sürü kötü örnek ve dünya klasiği olarak karşımızda durmakta. Büyük-küçük her sahada; insanların canı, malı, namusu ve her türlü değeri, hem de tüm insanlığın gözü önünde çiğnenmekte…
İnsan hakkı ihlallerini kendi ölçeğimize de uyarlamamız mümkün. Gerek iş hayatında, gerek ast-üst, gerekse her türlü bireysel ilişkilerde, değişik dozajlarda bu örnekleri görmek mümkün. Özelde de nefsine tabi olan kendisine zulmetmiş oluyor. Çok yazık değil mi? İnsan olarak bir kez dünyaya gelmişiz ve misafiriz…
Gelip, geçici şu han’da; insana insan gibi davranıp, topyekûn olarak insanca yaşamanın güzelliğine ve tadına varmak varken… Bunca kötülük kime ne kazandırıyor ki? Kötü söz gibi, kötü davranışlarda insanın kendisine ait değil mi? Yani; “herkes kendine yakışanı yapar” demek doğru bir tanımlama. Tabiatı bozuk olanlardan elbette düzgün davranışlar ortaya çıkmaz. Tabiatı düzgün olan insan ise; istese de kötü olamaz. O yüzden bir fert, insan olma bilinci içinde olursa ne tabiatına söz söyletir ne de soyunu karalatır…
Ancak ve ancak arkasından “adam evladı ya da hanım evladı” dedirtir.
Yorumlar kapalı.