Yüzyıllık çağdaşlaşma, “Muasır Medeniyetler”i aşma ülküsü, bugün dönüp geriye baktığımızda, dünyadan kopuk, kendi içinde iç burkuntularla kıvranan bir üçüncü dünya ülkesi, Kaddafi’nin Libya Demokratik Halk Cumhuriyeti yada Kastro’nun Kübası ile aynı kulvarda varlık mücadelesi veren/yarışan faşizan bir yönetim anlayışının egemen kılınması istemine mahkum bir paranoyaya dönüştü.
Demokrasi özlemiyle 1950’lerde başlayan değişim ve dönüşümün, dünya ile entegre bir Büyük Türkiye hayalini hep sekteye uğratan mantalite, bugünkü deyimlerle ifade etmek gerekirse; bir ucunda aşırı ulusalcıların(ırkçı şöven milliyetçiliğin), öbür ucunda Mustafa Kemal’in çağdaşlaşma projesini tersyüz eden, Mustafa Kemal’e rağmen Kemalist ideoloji sahiplerinin yer aldığı saplantılı bir hegamonyayı kendi elinde tutma savaşı olarak karşımıza çıktığı görülmektedir.
Bu iddialı tespiti açmadan önce bir ön bilgi notumuz da şu: Her iki tarafın da gerek teorisyenleri gerek siyasi arenada öne çıkan isimlerinin öz geçmişinde gözlerden olabildiğince kaçırılmak istenen bir gri nokta vardır. Ya eğitimlerinin belli bir aşamasında yada alan hakimiyet için çokuluslu dünya konjonktürünün öngördüğü bir formül çerçevesinde bir dış güdüm sürecinden geçtiklerini, ülkemizin konumu ile hakim devletler nazarındaki pozisyonumuz konusunda kendilerinden beklenen misyona uygunlukları test edilip onaylanmış liderlerle bugünlere geldik. Bu teze ebetteki inanmak güç, ama lütfen, 20. yüzyılımıza damgasını vurmuş, olumlu yada olumsuz iz bırakmış şahsiyetlerin özgeçmişlerinde böylesi gri noktaların olup olmadığına bir de bu pencereden bakın.
Konumuza dönersek, çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkma ülkümüz nasıl sekteye uğradı ona bakalım; Ulasalcıların ve Kemalistlerin 27 Mayıs ihtilalinden bugüne tartışmasız buluşma noktası/ortak paydası “Eğer Atatürk ilke ve inkılâpları tehlikedeyse, ordunun askeri darbe yapması doğaldır hatta kaçınılmazdır ” masalına sığınmak oldu. Dayandıkları argüman, “Tam Bağımsız Türkiye” elden gidiyor hezeyanı. Hezeyan, çünkü 60 yıldır, bu hezeyanı haklı çıkaracak hiçbir ciddi siyasi hareket veya politik topluluk ve cemaat tespit edilemedi. En çok arzu ettikleri böyle bir argümana kavuşma arzusu ile yargılattıkları Fethullah Gülen’in yıllarca süren davaları sonunda beraat etmesi, herhalde bu cephenin en büyük hüsranı oldu.
Bir ara kısmen ateşi düşmüş olan “Tam Bağımsız Türkiye” özlemi hastalığı son üç yıldır yine nöbet geçirmekte, sık sık yükselen ateşin etkisiyle istem dışı(irade yoksunluğu) sayıklamalarında, içe kapanıklığa kapak yaptıkları, “dört tarafı düşmanlarla çevrili”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” yalanına bizi de inandırmak için Ekonomide, İçişlerinde, Dışişlerinde, Askeriyede, Hukuk ve yargıda, Sanatta, Sanayide, Ticarette ve daha aklınıza ne gelirse, “tam bağımsızlık” ifadesinin büyüleyici çekiciliğine sımsıkı sarılmış görünüyorlar. Yönelttiğiniz, “bugünkü küresel dengeler ışığında bu nasıl olacak?” sorusunun muallakta bırakılan cevabından önce, öne sürülen hamasi ataklar, tam bir kara mizah şaheseri ve akıllara ziyan bir körü körüne inanmışlık, şartlandırılmışlık ve kandırılmışlık zavallılığının manzarası.
Benim de ülküm, “Tam Bağımsız Türkiye”. İnancım, uluslararasında dostluklar, çıkarlarla paralel doğar büyür gelişir ve ölür. Bu dostlukların ömrü, çıkarların sürdürülebilir olması ile birebir örtüşen bir seyir izler. Bütün mesele, bu çıkarların dengelenmesinde takip edilecek yol haritasının sağlam temellere oturtulmuş, doğru çizilmiş, ana ekseni kendi milletinin ülküleri ile örtüşen bir ortak noktaya dayanmış olmasıdır. Bu noktada ideolojik fikir ayrılıklarının da yerini almasına hiç itirazım yok. Düşünce ayrılıkları ve aykırılıkları demokratik anlayışın vazgeçilmezidir ve öylece kabul edilip sindirilebilmelidir. Karşı olduğum taraf, ne adına olursa olsun, düşüncelerin dayatılmasıdır.
Yorumlar kapalı.