Birçok müfessir, şeytanın insanların sev’âtını birbirine göstermek istemesini, onlardaki günah işleme potansiyelini açığa çıkarma niyeti olarak izah eder. Nitekim Hz. Âdem de Hz. Havva da yasak meyveyi yedikten sonra, aslında böyle bir yanlışı yapabilme zaaflarının olduğunu ilk kez fark ederler. Duydukları utanç, Allah indindeki itibar ve izzetlerinin böylece zedelenmesinden, kendilerini küçük düşürmelerindendir.
Şu halde şeytanın asıl amacı, zaten haset edegeldiği Hz. Âdem’in hem Allah Tealâ, hem melekler, hem de kendi nezdindeki şerefini yok etmek, esfel-i sâfilîn’e götüren bir kapının varlığını ona ve soyuna göstermektir. Bu kapı bir kere fark ettirilip açık bırakıldıktan sonra, insanın türlü günah ve sapkınlıklara düşmesi için şeytanın özel bir gayretine lüzum yoktur artık.
Demek ki adeta bütünüyle şeytana tahsis edilmiş bir yola açılan bu kapının kapalı tutulması, edep yerlerinin kapalı tutulmasına, tesettüre riayete bağlıdır. Bu yüzden ayetlerdeki “sev’ât” hep “avret mahalli” olarak anlaşılmıştır. Fıkıhta “insan vücudunda görünmesi ve gösterilmesi haram sayılan yerler” anlamına gelen “avret” kelimesi, sözlükte “var olan, fakat zarara uğramamak için mutlaka düşmandan gizlenmesi gereken açıklık, eksiklik, zaaf” demektir. Mesela kem gözlerin tarassutu altındaki bir evin açık bırakılmış kapısı, perdesiz penceresi; yahut düşman kuşatmasındaki kalenin surlarındaki bir gedik “avret”tir.
Kur’an-ı Kerim âdemoğlunun en büyük düşmanının şeytan olduğunu haber veriyor bize. Şeytan, önce güzel ve faydalı gibi gösterdiği günahlara sevk ediyor insanı ve utanıp tevbe etmemesi halinde gitgide bayağılaştırarak tutsağı haline getiriyor onu. İnsanı bayağılaştırmanın en kestirme yolu ar duygusunu yok etmekten geçiyor.
“Ar” kelimesi “avret” ile aynı kökten. İnsanın mahrem yerlerinin görünmesi halinde yaşadığı “utanma duygusu” demektir. Fıtrî bir duygudur ve aklın tezahürlerindendir. Nitekim çocuklarda utanma duygusu akıl nurunun parlamaya başladığı çağlarda kendini gösterir. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın avret yerlerinin görünmesi üzerine utanmaları da bu duygunun fıtrî olduğuna işarettir.
Ar duygusu Cenab-ı Hakk’ın bize bahşettiği bir alarm sistemi, bir erken uyarı nimetidir. Müzelerde yahut galerilerde sergilenen bazı nesnelerin etrafındaki ışın kalkanı gibidir. Bu sistemin bozulması, devreden çıkarılması, kalbimizin talan edilmesine, yol geçen hanına çevrilmesine, şeytanın ve onun askerlerinin kalbimizde cirit atmasına fırsat verir. Çıplaklıkta, edep yerlerinin teşhirinde ısrar ve bundan dolayı utanmamak, ar perdesinin bir daha tamir edilemeyecek biçimde yırtıldığına; insanın, en büyük düşmanı şeytan karşısında uyarı imkanından yoksun kaldığına delalettir.
Fakat insanı diğer varlıklardan ayıran çok önemli bir özellik olmasına rağmen ar duygusu nihayet bir uyarı mekanizmasıdır. Mutlaka bir korunma ve tedbir hamlesi gerektirir.
Ar, utanmanın “avret”le ilgili kısmıdır. Bu fıtrî duygunun insanın cüz’i iradesi ile geliştirilmiş, kişiyi küçük düşürücü her türlü günahtan koruyacak şekilde tahkim edilmiş haline “hayâ” derler. Genellikle birbirinin yerine kullanılsa da, ar ve hayâ aynı şey değildir. Hayâ, bir uyarı görevi yapan ar duygusunun icap ettirdiği korunma tedbirleridir daha çok. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın utanmaları ar; buldukları yapraklarla olsun örtünmeye çalışmaları, pişman olup tevbe etmeleri hayâdır.
Yorumlar kapalı.