Belki de insan egosunun en yumuşak tarafıdır anlaşılma isteği. Zaafıdır, muhtaç olduğu anlaşılma, değerli görülme açlığı. İhtiyaç hiyerarşisi içinde sığındığı şemsiyedir belki de. İnsanoğlunun iç dünyası karmaşıktır birazda. İyi eğitim alınmamışsa, kendini tanımaktan yoksun ise, yetişme bozuklukları, ölçü kargaşaları ve çelişkileri varsa hep bir kavgası vardır içten içe. Hayatla, çevresiyle hatta kendisiyle. Bu yüzden çoğu şey göründüğünden çok çok farklıdır. Perdenin sıyrılmasıyla ortaya çıkar hakikatler. Şartların itmesiyle oluşan durum ile arzulanan hedef düzeyi arasındaki çatışma, güvenli bir limana duyulan ihtiyacın da habercisi değil midir?
Hep tartışılmıştır aidiyet konusu. Olması sorumluluk, olmaması sorumsuzluk olarak değerlendirildiği de olmuştur. Bir hak görenler de olur aidiyeti sahip olma dürtüsüyle karıştırarak. Kendisini tanımaktan yoksun olanlardan ne beklenebilir ki? Bir başkasını nasıl tanısın ya da anlasın kendini bilmezken? Lakin bu yoksunluğun ve yoksulluğunun farkında bile olmadan bir de kalkıp başkalarına akıl verirler. Onları değişime zorlarlar. İşte böylelerine hep şaşırmışımdır.
Oysa gönüller fethedilmeden, yürek teslim alınmadan aidiyet gelişir mi hiç? Hakkı elde etmeye kalkışırken bir başka haksızlığa yol açmaktır, sahip olma ve kişi üzerinde hak iddia etme halleri, ihlalleri. Hiç emeği olmadan, sırf statü ve normlar gereği. Nasıl olsa artık aitlik rotası değişti. O zaman benim tornamda şekillenecek, planyadan geçireceğim mantığıyla ait sanılanı değiştirme çabaları insan tabiatına ne kadar aykırıdır. Halbuki umut etmek ve arzulamakla aynı şey midir baskılamak? Heyecanını ayakta tutmak isteyen zorla aidiyet oluşturmaya kalkışmaz. Bilinçli hareket eder. Olduğu gibi kabul eder, kırıp yeniden yapıştırmaya kalkmaz. İnsan cam gibidir ama cam değildir. Parçalandığında yapışmaz, yapıştırsan izi kalır; su alır, hava ve toz girer aralıklardan…
Diğer taraftan anlaşılmak aidiyeti ise psikolojik bir ihtiyaçtır. Bir boya vardır duvarda. Üzerine yeni bir boya atmışsınızdır. Lakin her ne kadar üzeri boyanırsa boyansın, alttaki boyanın rengi bir şekliyle bir yerlerden çıkıp, illaki kendisini gösterecektir. İstediği kadar yeni boya “duvar benim” deyip dursun. Duvar boyanın, boya da duvarın değildir aslında. Nitekim gün olup, üzerindeki boya eskidiğinde, pul pul dökülmeye başladığında eski boya yine ortaya çıkacaktır. Ancak eski boyanın üzerinde yeni boyanın izleri de kalacağı için ne eski eskidir ne de yeni yenidir artık. Boya duvara ait hissetmez kendisini, duvar da boyaya ait hissetmez. İşte böyle bir şeydir aidiyet kayması, bocalaması veya sapmaların sonucu.
Evet insan ihtiyaçlarını karşılarken ölçüyü yakalamalıdır. Kendisini tanımalı. Yıldız kümeleri gibi kayıp gitmemeli bir yerden diğer bir yere. Her duygunun, düşüncenin ve hatta kendi varlığının hakkını vermeli. Aksi halde her şeyden bir parça olmak kendinden bir bütün olamama sonucunu doğuracaktır.
Kendimizi anladığımız, sevdiklerimize değer verdimiz, diğerkam ve empati yapabildiğimiz bir serüveni yaşarken, yıldız kümelerinin peşine takılıp aidiyet bunalımına düşmemenizi diliyorum.
Yorumlar kapalı.