Sahi bu kavgayı kim kazandı diye dönüp Meclisteki müthiş mücadelelere sahne olan -yumruklaşma ve gırtlağa yapışmaları saymazsanız- Uzakdoğu veya Ukrayna parlamentoları yanında ‘nur alem’ ‘Anayasa meydan muharebesi’ne yasal zorunlulukla dinlenme aralığı girdi. Zaman zaman sinir katsayılarına tavan yaptırsa da o bir iki sahnenin dışında kalan – tabii hakkını yemeyelim; Kamer Genç te olmasa çok çok durgun ve bezgin geçmesi muhtemel oturumlar- demokrasinin doğal meşruiyetine gölge düşürmeden bitti desem biraz eksiği ile doğru not düşmüş olurum. O biraz eksikliğin de adını koymak gerekirse; Muhalefetin kendi milletvekillerinin iradelerine koyduğu ipotek, –kanuni olsa da- demokrasi anlayışı ile bağdaşmadı.. lider sultasının hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne serdi.. buna rağmen her ne olursa olsun, çok fazla demokratik zayiat vermeden, muhalefetin her türlü engellemeleri bir bir aşılarak birinci aşama tamamlandı.
Bundan sonraki pozisyon almaların da ilk emareleri kendini göstermeye başladı bile. Özellikle Anamuhalefet, doğal müttefikleri olan siyaset dışı kurumlardan aldığı güçle vesayet sisteminin özüne dokunmayı amaçlayan bu değişikliği, bir sonraki aşamada engellemeye, geciktirmeye çalışacağının sinyallerini verirken insanın aklına geçmişte yaşanan bir “Güneş Motel” düzeneğini de hatırlamamıza vesile oluyor. Dilerim demokraside bugün gelinen aşamaya böyle bir leke tekrar bulaştırılmaz. Ama Anamuhalefetin ikinci aşama engellemeleri başarısızlığa uğrarsa, arka bahçesi gibi kullandığı Yüksek yargı abonmanlığını sürdürecek 110 imzayı tamamladığını ilan ettiler bile.
Sürdürülen mücadelenin özündeki birlikteliğe zemin oluşturan “Kızılelma Koalisyonu”nun yüz yılı aşkın süredenberi devam edegelen İttihat ve Terraki’nin şövenist, devlet eliyle toplumsal katmanlar ve yapay burjuva sınıfı oluşturma, kendi içindeki kast sisteminin kuramlarına göre yetiştirilmiş elitistler aracılığı ile sessiz yığınları yönetme arzusu, 21. yüzyıla girilirken ömrünü tamamlayıp sekteye uğradı, hala farkında değiller.
Artık Türkiye, Kemalist ideolojinin sorgusuz sualsiz uygulandığı 1930’ların Türkiye’si değil. Dünya da aynı döneme damgasını vuran Stalin, Mussolini ve Hitler’in otoriter/totaliter rejimlerinin geçer akçe olduğu dönem değil. Devir değişti, artık okullardaki sınıf mümessilliği seçimlerinde bile –içeriğine tam vakıf olmasalar bile- okul çocukları, Venedik Kriterlerine sadakatle bağlı kalacakları teminatından bahseder oldular. Aba altından “disiplin yönetmeliği” sopasını gösterme devri onlar için bile bitti. Toplumu zaptu-rapt altında tutmayı amaçlayan ve bunun için yargıyı bir araç olarak gören muhalefet anlayışının da ezberlerini terk etmesi, sürdüregeldiği paradigmanın sonuna geldiğini fark etmesi zamanı geldi de geçiyor bile. Kendi içine kapanık, üçüncü dünya ülkesi kategorisinde yer alması için biçilen elbise, artık insanımıza da, ülkemize de dar gelmeye başladı. Dünyaya entegre olmuş, geleceği yönlendirilenler/yönetilenler sınıfında değil de, yöneten öncüler arasında olmakta gören Türkiye’nin artık bu ayakbağı prangalardan kurtulması gerekiyor. Bunun da ilk aşaması, sınıfsız, tarafsız ve bağımsız bir yargı sisteminin de içinde yer aldığı toplum sözleşmesi Anayasanın, çağdaş Anayasalar kategorisindeki yerine oturtulması olmalı.. ve bunu engellemeye çalışmanın, suyu tersine akıtmaktan öteye anlamsız, faydasız bir çabadan ileri gidemeyeceğini; suyu arayan adamın susamışlıkla içine sürükleneceği psikolojiye ket vurmanın zorluğunu da hesaba katmak gerekir diye düşünüyorum. Değişime direnerek sonuç alabilmiş hiçbir siyasi hareketi henüz tarihler kaydetmedi.
Yorumlar kapalı.