Son nefes en saf halimizdir. Derler ki “İnsan kendisini en doğru şekilde son nefesinde tanır.” Hakikat böyle değil midir? İmanımızla, amelimizle yüzleştiğimiz o demde ne olduğumuz apaçık serilir ortaya. Yaşarken yapıp ettiklerimizle kendimizi anlattığımız, anlamlandırdığımız, tanımladığımız tonlarca söz ve davranış yanlışlaşıp veya doğrulanıp yerini bulur. Ya üzerine hayatımızı kurduğumuz her şey anlamsızlaşır ya da ölümün dahi anlamsız kılamayacağı selamete ereriz. Üstad Necip Fazılın dediği gibi “O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner / Azrail’e hoş geldin diyebilmekte hüner!”
Normal hallerde sıradan bir et parçası olarak gördüğümüz şu kalplerimizden neler geçmez. Halden hale girer; bir an tüm sorunlar içine boca edilir de “Neden ben?” der. Malı, mülkü yoksa “Benim neyim eksik” varsa “Fazlası göz çıkarmaz” der. Kıldığı iki vakit namaza tüm insanlığın ömrü kadar değer biçer de, elin tadil-i erkan üzere kıldığı beş vakit namazı hor görür. Ufacık bir övgüyle arşın üzerini kendine layık görürken, az bir nasihatte öfkesinden deliye döner. Sonra döner başka hal alır; sıkı tuttuğunu cömertçe verir, öfkesini hilm ile eritir, şikayeti atıp kanaate sarılır, sıkıntıyı, musibeti “amenna” ile baş üstü eder, suçunu kabul edip kabahatini özür ile teslim eder…
Kalplerimizi dinlediğimizde görürüz ki hemen hepimiz benzer halleri yaşarız. Müslüman’a yakışır tevekkül, rıza, sabır gibi güzel hasletler yanında uzak olunması gereken uzun emel, kibir, ucub, riya gibi hastalıklar da kalbimize gelip konar. Hatta Allah muhafaza kalbimizin ayarı iyice bozulduğunda yahut itikat esaslarımızı hakkıyla bilemediğimizde iman ile küfür arasında gidip gelebiliriz bile. “Acaba neden böyledir kalplerimizin hali?” diye düşündüğümüzde cevabını Rasulullah Efendimiz’den (s.a.v) alırız. Buyururlar ki; “Kalbe kalp denmesinin sebebi, çok değişken olduğundandır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgar onu bir o yana bir bu yana savurur.”
Kalbimiz Allah Teala’nın hükmü üzere evirilip çevrilen olsa da bu hal, zaaflarımızı, hata ve günaha düşmelerimizi “Kontrolü elimde değil” diyerek haklı çıkarmamıza sebep olamaz elbette. Sorumluluğu ötelemek yerine manevi yapısının dışında nefis ve şeytanın sultasından onu kurtarmanın çaresine bakmalıyız. Bu, bize verilen akıl ve iradenin üzerinde değil. Aksine şeytan ve nefis ile yapılacak mücadelenin ta kendisidir. Hasılı, amel ve ibadetlerimiz dışarıdan nasıl görünürse görünsün tam bir mümin kimliğine ve ahlakına sahip olabilmemiz ve bu esaslar üzerinde sebat edebilmemiz için kalbimize yönelmemiz, dinlenmesi gereken yerde onu dinlemeyi, susturulması gereken yerde ise sesini kesmeyi öğrenmemiz gerekmekte.
Böylesi bir mücadeleyi “Nasılsa kalbimle ve dilimle İslam’ı ikrar ettim, bundan fazla ince eleyip sık dokumanın ne gereği var?” diyerek hafife almak “Rabbim son nefeste iman nasip et” niyazında bulunan bizler için akıl karı görünmüyor. Bu doğrultuda Rebi bin Haysem’in (rh.a) anlattığına kulak verelim; “Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; ‘Lâ ilâhe illallâh’ deyip telkin verdikçe o, sanki kelime-i tevhidi duymuyor, para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.” Şimdi bu misalden hareketle hangimiz diyebiliriz ki “Kalbimde olup bitenler imanıma etki etmez.” diyemeyiz, diyemeyeceğimiz gibi sahip olduğumuz karakterin, ahlakın, davasını güttüğümüz tüm gayelerin merkezinin kalp olduğunu kabul etmek durumundayız. Öyleyse vaziyet oldukça açık; kalbimizin ciddi bir terbiyeye ihtiyacı var. Ama nasıl?
Yorumlar kapalı.