Eskiden olduğu gibi değil artık mevsimler. Soğuk ya da sıcak olarak kendi hükmünü icra etse de öyle bol yağışlar olmuyor. Az miktarda yağan kar da tabiatta fazla tutunamıyor. Heyecanlanıyoruz etrafımızın beyaz bir örtüye büründüğünü görünce. Kısa bir süre sonra bir de bakmışız yarısı erimiş gitmiş. Alaca bir fotoğraf bırakmış bizlere. En küçük bir güneşle de tamamı süzülüp gidiyor mevsimimizden. Sonra da bekle ki bir daha kar görelim. Şöyle bir tozsun savursun etrafı. Ancak nafile…
İnsanoğlunun mevsimi de tıpkı böyle oluyor işte. Ya kendine benzetiyor iklimi ya da bir bakmışsınız kendisi benzemiş, uyumlanmış bile. İstikrar ve netlik kaybolup puslu oluyor havamız. Hırçınlıklarımız, savrukluğumuz, kararsızlıklarımız ya da güneş değmiş kar gibi eriyip gidişlerimiz… Her an bir oluşun, yaratılışın içindeyiz. Zaman değip geçiyor ömürlerimize. Peki, an dediğimiz zamanın en kısa halini yakalayabiliyor muyuz? Farkında mıyız hayatın, hissedebiliyor muyuz, çabamız ne yöne doğru? Yoksa bir açgözlülük içinde yaşamdan bazı şeyler kopartma iştahlılığı ile tüketiyor muyuz kıymetlerimizi. Pek tabii ki biraz da kendimizi…
Rüya gibi geçiyoruz zamanın içinden. Ömrümüz bizi ne zaman getirip bu yaşa oturttu anlayamadık bile. Her hayatın kendince pişmanlıkları vardır. Oturup bir muhasebe yaptığımızda belki kendimize haksızlık yaptığımızı düşünüyoruz. Belki de iyi ki böyle yaşadım hayatı diyerek övünüyoruz. İhtiraslarımızın peşinde koşarken kendimizi unuttuğumuz vakitlere iç geçirerek ‘değdi mi yani’ dediğimiz zamanlarımız oluyor. Keşkelerden soyutlanarak ‘iyi ki’ diye kendimize teşekkür ettiğimiz zamanlarımız da…
Hayat trajik duygular da hediye eder insana. Tecrübeyi acı bir bedelle sunar bize. Hadisenin hakikatini kavradığımızda ise artık çoğu şey için geç olduğunu fark ettirir. Yani dünyanın, insanların, fedakârlığın, ömrün, duyguların, kazancın, kavgaların ve yaşadıklarımızın toplamının çok da bir anlam ifade etmediğini öğrendiğinizde çok geç kalmışsınızdır. Zira zamanı geriye çeviremezsiniz!
Kış gününde yağan kar misalidir hallerimiz de. Nasıl ki, karın saflığı dünya ile teması arttıkça eksilir. Tıpkı bunun gibi insanın duyguları da genişledikçe eksilir. İlk hissettiğimiz net ve keskinlikten uzaklaşır. Yıllar geçtikçe tıpkı erimeye yüz tutmuş kar gibi yarım yamalak olmaya başlar. Birini severken içimizde bir tereddüt belirir, üzülsek bile gözyaşlarımızı tutarız. Sevinçlerimiz bile eskisi kadar berrak değildir; içine bir parça korku, bir tutam kaygı karışır.
Duyguların alaca hâli, insan olmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Hayat, her şeyin siyah ya da beyaz olduğu bir yer değildir. Kırgınlıkla sevgi iç içedir, öfkenin içinde özlem saklıdır, mutluluğun yanında hep biraz hüzün durur. İnsan yavaş yavaş erir, tıpkı bahar güneşinin altında usul usul eriyen kar gibi. Ama kar tamamen eridiğinde bile toprağa bir şeyler bırakır: Nem, su, bereket… Belki duygularımız da böyledir. Yitirirken, eksilirken, değişirken bile geride bir iz bırakırız. İçimizde eriyen her his, bizi biz yapan o karmaşık alacalı renkleri oluşturur. Ve belki de insan olmanın güzelliği tam da burada gizlidir. Bir kar tanesi kadar saf başlamak ve sonra hayatın içinde alacalaşmak…
Kendimizi başkalarına ifade edebilmek için harcadığımız zamanı birazcık kendimizi tanımaya ayırabilseydik keşke. Huzurumuz daha farklı olacaktı muhakkak…
Yorumlar kapalı.