İnsana verilen bir emanettir ömür süresi. Takvim yaprakları tükenirken, emanetin süresi de kısalır git gide. Dünyaya doğar, burada yaşar ve gelip geçeriz biz de. Tıpkı bizden önceki fanilerin yaptığı gibi. Lakin ömür takvimi tükenirken, o takvimin arka yapraklarına her gün ne doldurabildiğimiz, neler yazdırabildiğimiz değil midir esas olan? Dünya, kendi düzeni içinde insanı isteyerek ya da istemeyerek de olsa her gün biraz daha küçültüyor. Her gün biraz daha un-ufak ediyor yolun sonuna taşırken. Şöyle birazcık düşünebilseydik, zaman akarken tek akıntının mai olmadığının idrakinde olabilseydik keşke…
Sadece köprülerin altından akan su değildir zamanla birlikte çağlayan. Onun içinde bizler de akmıyor muyuz? Bazen dalgalanan sular, bizi sert sahillere ve kayalara vursa da! Bu akış, bu sürüklenme nereyedir? Bir boş yolculuk mu uzun uzadıya? Yoksa bir yok oluş, bir kayboluş mu? Dönüp bakın hayatınıza; bir gözlemci, bir laborant, bir bahçıvan gibi. Nasıl geçti hayatımın geride kalanı diyerek. Ne kadar tutarlı olabildik eylem ve söylemlerimizde. Ne kadarı sağlam, ne kadarı yapaylıktan uzaktır. Ve ne kadar aldandık dünyaya, onun bize getirdiklerine. Nelerden beslendi ruh özümüz. Cennet mi gördük dünyayı, hapis hane mi, yoksa daha farklı başka bir şey mi..?
Sahi, yolculuk bitince çekip gittiğimizde arkamızdan söylenecekler nelerdir. Ne kalacaktır bizden geriye. Çok mu sarsılacaklar geride bıraktıklarımız. Yoksa unutulup gidecek miyiz biz de? Tıpkı bizden önceki unutulanlar gibi. Ruhun ölümsüzlük özlemine karşı ne kalıyor sizden geriye? Unutulmayacak bir isim mi, eskimeyecek bir yüz mü? Hayrını murat ettiğiniz evlatlarınız mı? Hep hatırlanacak sağlam bir bağ mı? Ya da soğuk bir yalnızlık mıdır sizden geriye kalan anılar yumağı. Ne götürüyoruz yaşamdan ölüme giderken. Yaşamış olmak için yaşadıklarımızı mı? Yoksa yaşamamış olmayı istediğimiz halde zoraki yaşadıklarımızı mı?Belki de hiç yaşamamış olmamak için,yaşanmışlıklarımızdır götürdüklerimiz…
Evet, yaşamda ölüme yolculuğumuzda ayrılık kaçamayacağımız bir gerçek. Sırası gelen, sizden ayrılacak. Sırası geldiğinde de siz onlardan. Lakin her ayrılık, bir bozgun şu geçici ömrümüzde! Hele de ölümcül olanları. Zaman, her ilerleyen günle beraber yeni bir şeyi almaya hazırlanıyor bizden. Böyle bir bozgundan çıktığınızdaise; bir büyük değişim de sizi bekler, evirilip çevrilip dönüşürken. Bu dönüşüm hiç öyle evrimcinin mutasyonuna da benzemez…
Öyleyse; dünyaya fazla bağlanmamak, fazla aidiyet duymamak gerek. Belki de biraz eğreti olmak lazım. Çünkü bir misafirlik kadar, kalacağımız süre. Yolculuğumuz uzun soluklu bir serüven gibi görünse de! Baba sulbünden başlayıp ana rahmine, dünya macerasından kabir âlemine. Oradan da ahiretin sonsuzluğuna açılan kapıdan girip, devam edecek olan sonsuz yolculukla mukayese ettiğimizde. Öteleri ise ötede öğreneceğiz! Bu yüzden; fazla ait hissetmeyin kendinizi bu dünyaya. Gelip geçici heveslere kapılmadan, ruhunuzu köreltmeden, kirletmeden ve pis olana bulaşmadan geçip gitmeli…
Ne dersiniz; süremizi ve yolculuğumuzu böyle tamamlamak, akl-ı selime de en uygun olanı değil midir?
Yorumlar kapalı.