“İnsan ile melek arasındaki ayırt edici özellik nedir?” diye bir anket yapılsa herkesin vereceği cevap, aşağı yukarı aynı olacaktır: Günah. Yani, meleklerde Allah’ın emrine karşı gelme özelliği yokken, insan fıtratında bu vardır.
İnsanın fıtratına, günah işleme hassasını yerleştiren Mevlâ Teâlâ, aynı hassayı kemâlatın, olgunluğun da bir vasıtası yapmıştır. İnsan en güzel surette (ahseni takvim) yaratılması yönüyle, ya alayı illiyyine yâda esfeli safiline gidecektir.
İşte bu gidişin yönünü, günahlardan uzak durması veya günahları irtikabı belirleyecektir. Kalp ibresi, ötelerin ötesine yönelikse günahlardan alabildiğine kaçılacak; ama ibre, nârı cehenneme çevrilmişse günah kapıları ardına kadar açılacaktır.
Kalp ibresinin yönü; öteden beri özellikle Nakşiler tarafından hususi bir itina ile izlene gelmiştir. Nakşilerin vukuf-u kalbî dedikleri de kalbin yönünün hangi cihete baktığının kontrolüdür. Bu bağlamda kalp ikliminin nurlu ufuklarında seyran etmeyi hedefleyen bir sufinin, günahlara yaklaşımı da avamdan bariz fark gösterecektir. Toplum olarak bugün, günah kavramını öyle bir hale getirdik ki; içki, zina ve kumar dışındaki diğer günahların farkına bile varmıyoruz. Hâlbuki farkına varmadığımız o günahlar, bizim dünya ve ahiret saadetimizi zehirliyor, manevi bedenimizi yaralıyor, kalbimizi karartıyor.
Avamın dini yaşaması ile havassın dini yaşaması bir değildir. Avamın hassasiyetleri ile sufîlerin hassasiyetleri bir değildir.
Evliyanın büyüklerinden olan Şahı Hazne’nin etrafında bulunan onlarca alim, hoca ve mollaya rağmen, ilmine ve basiretine itimat ettiği alimlere bazen yemin ettirerek, kendi üzerinde Şer-i Şerife aykırı bir hal olup olmadığını sordururdu.
Günümüzde artık hassasiyetler de kaybolmaya yüz tuttu. Geçmişimiz günah işlemekten alabildiğine sakınıyor, işlenilen her günahın kalpte meydana getireceği kararmanın tesirlerini düşündükçe, bedenleri ulvi bir titreme ile sarsılıyordu. Bugünümüzde ise artık günahlara alıştık. Bu alışkanlık, ötelerin ötesine yapacağımız kutsi yolculuktaki binitimiz olan kalbimizi öldürüyor ama biz farkında bile değiliz.
Büyük günahlar; Kuran, sünnet ve icmai ümmet ile büyük günah olduğu bildirilen ve yapanın ahrette ikaba/azaba
uğrayacağı; dünyadayken de had cezasına maruz kalacağı günahlardır. Büyük günah işlemekle, Ehli Sünnet âlimlerine göre insan küfre düşmez. Tevbe etmeden ölürse Allah dilerse azap eder dilerse affeder.
Büyük günahlardan belli başlıları şunlardır; Allah’a şirk koşmak, (haksız yere) adam öldürmek, zina, içki içmek, kumar oynamak, hırsızlık yapmak, büyü yapmak, yalan söylemek, yalan yere yemin etmek, yalan yere şahitlik etmek, namazı terk etmek, zekâtı vermemek, anne-babaya karşı gelmek, faiz alıp-vermek, yetim malını yemek, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme yalan isnad etmek (Hadis uydurmak), özürsüz Ramazan orucunu terk etmek ve bozmak, cihad esnasında savaş meydanından kaçmak, livata (homeseksüellik) yapmak, iffetli kadınlara iftira atmak, yol kesmek, intihar etmek, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeleri, hulle yapmak ve yaptırmak, leş, kan ve domuz eti yemek, haraç toplamak, riyakârlık yapmak, ilmi (dini) gizleme ve sadece dünya için öğrenme, yaptığı iyiliği başa kakmak, kaderi inkâr etmek, lanet okumak, kâhin, büyücü ve müneccimi (falcı) tasdik etmek, Silay-ı rahmi terk etmek (akrabalarla ilişkiyi kesmek), koğuculuk yapmak, büyük günahları kabul etmemek, müslümanlara eziyet ve küfretmek, evliyaullaha düşmanlık yapmak, erkeklerin altın ve ipek giymeleri, sahabenin önde gelen büyüklerine sövmek, Bidat ihdas etmek (dinde kötü bir çığır açmak), bilerek babasından başkasına baba demek, uğursuzluğa inanmak, altın ve gümüş kaptan içmek (kullanmak), tartıda ve ölçüde hile yapmak, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, kul hakkı yemek…
Bu saydıklarımızın hepsi de büyük günahlardan olup tevbe etmediği takdirde, insanı ahirette perişan edecek olması kuvvetle muhtemel olan işlerdendir.Birde farkına varmadığımız günahlar vardır.Bizim yazıda asıl üzerinde durmak istediğimiz konu büyük günahların yanında, toplum olarak sıkça işlediğimiz fakat adeta günah gibi algılamadığımız işlerdir. Bunların üzerinde önemle durulması gerekiyor.
Günümüzde, ortalama Müslüman, büyük günahlardan kaçınıyor, yaklaşmıyor belki ama farkında olmadan da olsa onlarca küçük günahı alışkanlık haline getirebiliyor. Oysa, küçük günah da kale alınmasa, alışkanlık haline getirilse, büyük günah haline gelir. Üzerinde durulmayan bu küçük günahlar, büyüye büyüye, büyük günahlara dönüşmeye, kişinin dünyevi ve uhrevi saadetini perişan etmeye kadar giderler.
İktisadi sıkıntılarımızın, belimizi büken borçların altındaki en önemli etken, belki de gereksiz yere yaptığımız harcamalardır. Mevla Teâlâ’nın insana bahşettiği nimetleri aşırı ve gereksiz yere sarf etmek demek olan israf; hemen hemen hepimizin duçar olduğu fakat bir türlü farkına varamadığımız bir haramdır. Belki pek çoğumuz farkındayız ama nefsimizi dizginleyemeyişimiz, hevâ ve hevesimizin kurbanı olmamız nedeniyle, israfa düşmekten kendimizi kurtaramıyoruz. “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf; 31)
İslam dini; her işin denge üzerine olmasını istemesi itibariyle, yemede, içmede bile israfa düşülmemesini istemektedir. Tasavvufun düsturlarından üç kaidenin; az yemek, az uyumak ve az konuşmak olduğu düşünülürse ayetin mefhumu daha güzel idrak edilebilir. Bir hadisi şerif: “Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. (İlla daha fazlasına ihtiyacı varsa) yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın” (Tirmizi) Kâinatın Efendisinin bu güzel kelamını mihenk kabul edersek; en son yediğimiz yemeği düşünelim. Midemizin ne kadarını israfla doldurduk? Farkına varmadan en son ne zaman israf günahını işledik?
Kıyaslayalım kendimizi; sapı kırık kaşığını atmayan, ısınmak amacıyla mangala konulan kömürleri israf olması hasebiyle eliyle alan Bediüzzaman’ın israf/günah anlayışı ile kendimizi mukayese edelim.
İsraf sadece yemede içmede değil, abdest alırken bile düşebileceğimiz bir günah. Bir gün Efendimiz s.a.v, Hz. Sa’d r.anha uğradı. Hz. Sa’d bu esnada abdest alıyordu. Resulullah s.a.v, (onun suyu fazla kullandığını müşahede edince); – Bu israf nedir? diye sordu. Sa’d’ın da, – Abdestte de israf olur mu? Sorusunu arz etmesi üzerine Efendimiz a.s da: – Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile… Şeklinde cevap verdi. Farkına varmadığımız günah derken, işte bu tür durumları kast ediyoruz. Abdest alırken, guslederken, bulaşık yıkarken suyu ne kadar israf ediyoruz? Farkına varmadan israfta bulunduğumuz en önemli şeyler ise Allah’ın bize iman ve akıldan sonra bahşettiği “zaman ve sağlık nimeti.”
“İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.” Cenneti kazanmamız; canımızı cehennemden kurtarmamız için bize verilen zamanımızı hangi boş işlere ile harcıyoruz? İşin en kötüsü, biz bütün bu veballerin, seyyielerin farkına bile varmıyoruz. Varsak bile umursamıyoruz. Tezkire kitaplarında ehlullahın bir anlık zaman dilimlerini boşa harcamadıklarını, zamana verdikleri önemi görünce, yapılan zaman israfının oranı ve vahameti daha iyi anlaşılıyor.
Dine, diyanete ait her şeye düşman olan bir kısım medya, ısrarla Batı’yı gençliğimize örnek göstermekte; Batılılara benzemeye teşvik etmektedir. Bu bağlamda, Batı’dan, gençliğimizin kanına giren ve en küçük yerleşim yerinde bile on beş, on altı yaşındaki gençlerin bulaştığı bir pislik de dövme’dir. “Fıtratın değiştirilmesi” anlamına gelen dövmede, belki de en tehlikeli boyut; gençlerimizin gayrimüslimlere benzemesinin yanında, Efendimizin a.s.mın lanetlediği bir işi hafife almaları anlamına gelmesidir.
Şu hadisi şerifte buyrulduğu üzere, “İğreti saç takana da, taktırana da, bedene dövme yapana da, yaptırana da Allah lanet etsinBir başka hadisi şerifteyse Efendimiz hem dövme yapanı hem de yaptıranı lanetlemektedir. Hz. Ali’den naklediyor ki: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem ribayı (faiz) yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı, sadakaya (zekâta) mani olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle olan hariç- hulle yapanı, hulle yaptıranı lanetledi.”
Açık-saçıklığın, İslam toplumunda bu kadar yaygınlaştığı ikinci bir devre söz konusu değildir. Maalesef başörtülü kızlarımızın tesettürleri bile, çoğunlukla şerî ölçülere uygun değil! Başımızı hangi yöne çevirsek, muhakkak bir yabancı kadına çarpıyor.
“(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler…” (Nur; 30-31)
Erkeklerin kendilerine yabancı olan kadınlara; hanımların da kendilerine yabancı olan erkeklere bakmaları men edilmiştir. Bu bakışın ölçüsü, şehvet, yani cinsel hisler ile bakmaktır. Burada bize ölçüyü Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vermektedir. Şöyle ki: “Ya Ali, arka arkaya bakma! Birinci bakış hakkındır, fakat ikinci bakışta hakkın yoktur.” (Ebu Davut) Hadis-i şerifte kast edilen birinci bakış; gözün gayri ihtiyari bakmasıdır yani tasarlamadan ve bir anlık bakmaktır. İkinci bakış ise bilerek ve tasarlayarak, tekrar dönüp bakmayı ifade etmektedir. (İlk bakışta ısrar etmek de aynı kapsamdadır.) Günümüzde bakışımızın ayaklarımıza yönelmesi, bir hassasiyetten ziyade zaruret halini almıştır.
Ahlakın dejenere olması ile birlikte, insanların güvenilirliği azaldı. Güven duygusu ortadan yok olmaya yüz tuttuğu müddetçe hayatımıza yemin daha fazla girer oldu. Özellikle ticari alanda “Vallahi billahi” şeklinde edilen yeminleri, hemen hemen her alışverişte duyar olduk. Bile bile yalan yere yemin etmek ise Efendimizin pek çok hadisinde büyük günahlardan sayılmıştır. “Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları arındrımayacaktır. Onlar için acı bir azab vardır.” (Ali İmran, 77)
Hanefi âlimlerine göre, yalan yere yemin etmenin kefareti yoktur. Çünkü yalan yere Allah’ın üzerine yemin etmek, Mevla Teâlâ’ya karşı büyük bir cesaret sergileyerek, O’nun şerefli ismini istismar etmek demektir ki; irtikâp edilen günahın vebalini kefaret örtemeyecektir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Yalan yere yemin ederek bir Müslüman’ın hakkını gasp eden kimseye, Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar.” buyurarak, yalan yere yemin ile yapılacak ticaretin akıbetini göstermiştir.
Tirmizi’de geçen bir hadisi şerifte buyrulduğu üzere: “Bir kul, günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça muttakîler derecesine çıkamaz.” Yani, takva ehlinden olamaz.
Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahu anhın deyimiyle takva; dikenli yolda yürümeye benzer. İnsan nasıl dikenli yolda paçalarının yırtılmasını, ayaklarına diken batmasını önlemek için parmak uçlarına basarak yürürse; takva merkezli hayat sürmeyi gaye edinmiş derviş de hayatının her alanında günahtan sakınır. “Bir kul, gönlünün şüphelendiği bir işi bırakmadıkça gerçek takvaya eremez.” Buhari
Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanma yoluna çıkan derviş; büyük küçük günah ayrımı yapmayacak, mekruhları bile terk edecek; fetva dairesine girmeyecek ve takva dairesinde hareket edecektir. Bu noktada Efendimizin sallallahu aleyhi vesellem “Ey Allah’ım, göz açıp kapayıncaya kadar, hatta ondan daha kısa bir süre beni nefsime bırakma.” şeklindeki duası, dervişin diline pelesenk olmalı; kalbi her an bu dua ile çarpmalıdır.
Günah işlendikçe kalp kararacak; kalp karardıkça günahların ezici ağırlığı azalacak ve vicdan günahların pişmanlığını hissetmez olacaktır. Artık bu noktadan sonra, günahların getirdiği kasavet kalbi kaplar ve kişinin fıtri psikolojisini bozmaya başlar. İradesi elinden kayarak, şehevani duygular vasıtasıyla, nefsinin ve şeytanın eline geçer. Şeytanın iğvâları ve nefsin vesveseleri ile insan, öyle bir noktaya gelir ki -hafizanallah- günahın günahlığını, haramlığını sorgulamaya başlar.
Eğer imanı zayıfsa, ahiret inancı nakıs veya hatalıysa hele de cehaletin karanlığında fazlaca kaldıysa, günahın yasak olmasını sorgulaması dilinden sadır olur ve inkâra dönüşür. Ehli Sünnet âlimlerinin “Her günahta küfre giden bir yol vardır” şeklinde izah ettikleri, akıbeti korkunç nokta da işte burasıdır.
Öte yandan, günah işlenir işlenmez, tevbe sabunu ile kalp yıkanırsa; peşi sıra işlenecek bir sevap ile kiramen kâtibin meleklerinin, bu günahı amel defterine yazmalarına da mani olunacaktır. Günahın pişmanlığı gittikten sonra yapılan tevbeler, çok zaman maalesef bozulmakta ve kişiler aynı günahı, bu sefer daha bir pervasızca işlemektedir.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “Şimdi, küçük cihattan büyük cihada (nefs ile cenge) dönüyoruz” hadisi şerifi, nefse gem vurmanın; günah ve haramların cezp edici karanlıklarından uzak durmanın, ne kadar büyük bir iş olduğunu bizlere vurgulamalıdır. Nefsimizin bize özellikle kurduğu tuzakları, hatırımızdan asla çıkarmamalıyız.
Hüccetü’l-İslam İmam Gazali’den bir iktibas ile meseleyi bitirelim: “Nefis şahine benzer. Bunu yetiştirmek ve alıştırmak için karanlık bir yere hapsederler. Gözlerini kaparlar ve alıştığı her şeyden uzak tutarlar. Sonra yavaş yavaş et verirler. Böylece sahibine alışır ve ona itaat eder. Bunun gibi nefis de alışkın olduğu adetlerinden kesilmedikçe, gözü, kulağı ve dili bağlanmadıkça, Allah Teâlâ ile yakınlık kuramaz. İlk zamanlar küçük çocuğu memeden ayırmak gibi, bu da nefse zor gelir. Fakat bir zaman sonra, memeden kesilmiş çocuğun bir daha meme almaması gibi olur.” Nefsimizi haram ve günahlardan, malayaniden, boş iş ve sözlerden, heva ve heveslerimizden kesmemiz duasıyla… Allah bizlere muttakilerin ahlakıyla ahlaklanmayı nasip eylesin. (Âmin)(Gülistan)
Yorumlar kapalı.