Elbette ar duygusu olmazsa, ancak onun üzerine bina edilebilen hayâ da olmaz. Ar fıtrîdir ama hadis-i şeriflerde buyurulduğu gibi “Hayâ imandandır” yahut “Hayâ, imandan bir şubedir”. Bu sebeple başta peygamberler olmak üzere kâmil iman sahibi bütün salih insanlar aynı zamanda birer hayâ timsalidirler.
İslâm âlimleri hayâyı “nefsin, çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi” şeklinde tarif ederler. Sadece tesettüre riayetsizlikten değil, insanın şerefini zedeleyen her türlü münkerden hayâ edilmesi gerektiğini söylerler. Çünkü insan mahlukatın en şereflisidir. Yaratılanlar içinde ondan daha değerli olanı yoktur. Eğer insan Rabbine kul olmak yerine kendisinden daha değersiz dünya malına, makama, şöhrete kul olursa izzetini kaybeder, zillete düşer. İşte hayâ, böyle bir zilleti kendine yakıştıramadığı için insanı utandırır, onu tevbeye ve istikamete sevk eder. Hayâ sahibi, yaptığı kötü bir işten veya terk ettiği iyi bir işten dolayı sadece kendinden ve diğer insanlardan değil, Allah Tealâ’dan da utanır.
İbn Mesud r.a. naklediyor: Peygamber Efendimiz s.a.v., “Allah’tan hakkıyla hayâ edin!” buyurdular. Biz dedik ki, “Ey Allah’ın Rasulü, elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” Ancak O, şu açıklamayı yaptı: “Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse dünya hayatının süsünü terk eder. Kim bunları yerine getirirse Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.”
İşte Hz. Peygamber s.a.v.’in “Allah’tan hakkıyla hayâ” ifadesiyle işaret buyurdukları tavır, hayânın en üst seviyesi, en ideal tarzıdır. Müttakilerin ve muhsinlerin hayâsıdır bu. Ayette geçen “takva elbisesi”dir. Bu seviyedeki bir hayâ, tıpkı peygamberlere verilen “ismet” sıfatı gibi, takvası sebebiyle kula bahşedilen bir ikramdır. Müminin, Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın şeytana aldanmazdan önceki “masumiyet”ini yaşamasıdır.
Fakat peygamberlere mahsus ismet nimetinin garantisi bu masumiyette yoktur. Şeytana kulak verilmesi halinde, sonunda pişman olunsa bile zedelenebilmektedir. Nitekim insanlığın ebeveyni, şeytana aldanıp gafletle haram lokmaya uzanınca, daha önce avret yerlerinin görünmesine mani olan ve mahiyetini bilemediğimiz, ilâhi ikram eseri böyle bir örtüyü kaybedivermişlerdir.
Hayâ, kulluk şuurunun kuvveti nispetinde derece derecedir de hayâsızlık tektir. Hayâ ancak ar duygusunun üzerine bina edilebildiği içindir ki hayâsızlık bu defa arsızlıkla yahut ar perdesinin yırtılmış olmasıyla aynı şeydir.
Hayat kelimesiyle aynı kökten türeyen hayâ, gerçek anlamda diri olmanın göstergelerindendir. Utanan, hayâ eden insanın yüzü kan hücum ettiği için kızarır. Yüzü kızarmıyorsa ya kanı çekilmiştir ya kalbi vazife yapmamaktadır. Her iki hal de ölüm belirtisidir.
Bizim inancımızda iman taşımayan bir kalp ölü bir kalptir. Böyle bir kalbin sahibi dünya hayatını cesediyle sürdürür sadece. Bakara suresinin 18. ayetinde tanımlandıkları gibi “sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler”; elbette hayâ etmezler.
Nefsin arzuları karşısında Allah’ın koyduğu ölçülere riayet, itidali muhafaza hassasiyeti ve kararlılığına “iffet” denir. Hayâ etmeyenin iffeti olmaz. Zira hayasızlık, ölçüsüzlüğe, sınırsızlığa ve ifrata kucak açmaktır. Ar perdesini yırtanların, hayâ çitini yıkanların nefslerinden kopup gelen hayvanî arzular bir tuğyan olur yeryüzünü fesada verir. Ar perdesini yırtmış insan ve topluluklar en hafifinden “fâcir” hükmündedirler; sürekli “fahşâ”ya, yani azgınlıklara meylederler. Hz. Peygamber s.a.v.’in “Utanmazsan dilediğini yap!” tespiti, hayâ etmeyenden her türlü edepsizliğin ortaya çıkabileceği gerçeğini ifade eder.
Yorumlar kapalı.