İnsanlara, “en güzel nimetlere dünyada ulaşmanın en kestirme yolu” olarak sunulan “Kapitalizm”, insanları, zamanlarının tümünü kendi kişisel çıkarları için harcamaya zorluyor. Böyle bir sistemde “çıkarcı” ve “bencil” olmamak, sistem tarafından dışlanmak demektir. Mevcut yaşam tarzlarını koruyabilmek, bulunduğu yerden daha aşağı bir konuma düşmemek için ölesiye bir mücadele vermeye zorlanan bir insandan, fedakârlık duygusunun gelişmesini nasıl bekleyebiliriz?
Çoğunluğunun müslüman olduğu sık sık ifade edilen ülkemizin durumuna bakalım: “Bir beldede tek bir insan dahi aç sabahlamışsa o beldedeki bütün müslümanların imanı tehlikeye girmiştir” diyen bizim dinimiz İslam değil mi?
Komşusunun açlığından bîhaber olanın müslüman sayılamayacağı en bilinen bir şey değil midir?
O halde, yüksek duvarlarla çevrili, pahalı güvenlik sistemleri ile donatılmış, özel güvenlikli milyon dolarlık villalarda kendilerini diğer müslüman kardeşlerinden(!) adeta “tecrit ederek” yaşamayı yeğleyenler ve böyle bir yaşantının özlemi içinde helal-haram demeden kendini paralayanlar kimlerdir?
“Zengin olmak istiyorum, bana ne tavsiye edersiniz?” sorusunu yönelttiği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’den; “Öyleyse ihtiyaçlarını azalt” cevabını alan müslüman, bu cevaptaki hikmeti ne derece kavrayabilmiştir?
İhtiyaçlarının esiri haline gelmiş bir insan modeli “kapitalist sistem” in en çok arzu ettiği şeydir. Kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek ve bu uğurda çalışmak esastır. Ama zenginlik Allah vergisidir ve zengine düşen ise sadece “zekât vermek” değil “infak” etmek, yani ihtiyacından fazla olanı dağıtmaktır.
“Madem zenginlik bir Allah vergisidir ve bana da zenginlik verilmiştir, o halde “40’ta bir” esasına göre zekatımı verdikten sonra, lüks ve şaşaalı bir hayatı tercih etmem için önümde hiç bir engel yoktur” diyenlere şu kıssayı hatırlatmak isteriz : Zenginlik gibi, güzellik ve yakışıklılık da bir Allah vergisidir. Hz. Yusuf (a.s) son derece yakışıklı bir adamdı.
Öyle ki, bir pazarda gezerken sebze doğrayan bir kadın onun yakışıklılığından gözlerini alamamış, elini kesmiş, bir rivayete göre parmaklarını doğramış, ama farkında bile olamamıştı. Şu halde Hz. Yusuf (a.s); “Bende bu yakışıklılık varken dilediğim kadınla günümü gün ederim, bu da benim hakkım demiş midir? “
Bu noktada, yakın geçmişimizden bir örnek vermek istiyorum. Bir dergide okumuştum: Adapazarı’nda Toyota Fabrikasının temel atma törenine Toyota’nın sahibi Mr. Toyoda’da gelmiş ve rahmetli Sakıp Sabancı da bu vesile ile Emirgân’daki “Atlı Köşk” de Mr. Toyoda şerefine bir ziyafet vermişti. Orada gazetecilerden biri Toyoda’ya şu mealde bir soru yöneltmiş : “Sizin de Japonya’da böyle bir köşkünüz var mı?”
Belki de serveti Sabancıları 100’e katlayacak kadar zengin olan bu adamın cevabına ibretle bakalım.
Şöyle diyordu Mr. Toyoda: “Benim evim 45 m2. Yemeğimi eşim yapar, çamaşırlarımı eşim yıkar, hizmetçilerimiz yoktur, hiç özel şoförüm olmadı. İşime kendi arabamla gider gelirim…” İşte işin özeti budur. On binlere iş imkânı sağlayan bir dolar milyarderinin hayat tarzı! Anlatılmak, vurgulanmak istenen; ne kadar zengin de olsan hayat tarzın ortalama bir vatandaştan farklı olmamalı. Tevazu sahibi olmalı, mütevazi bir hayat yaşamalıdır!
Şayet sahip olduğumuz iş veya meslek, örneğin bize ayda “harcayabileceğimiz” 10.000 TL.lik bir gelir sağlıyorsa ve günümüzün şartlarında ayda “5.000.TL ” ile rahat rahat, hiç bir insani gereksinimden mahrum olmadan yaşama imkânımız varsa”, o halde geri kalan o 5.000.TL’yi daha pahalı bir binek, daha şaşaalı bir konut için biriktirmek yerine, ihtiyaç sahibi insanlara dağıtmalıdır. Meselenin püf noktası budur! İnsan olmanın, insani duygu ve düşüncelerle donanımlı olmanın püf noktası da budur!
Böyle zenginlerin yaşadığı bir ülkede, ne dershane borcundan dolayı gencecik çocuklar intihar eder, ne analar çocuklarına kefaletten dolayı hapse girer! Ne de bugün olduğu gibi elektrik borcunu ödeyemeyen babaların çocukları mum ışığında ders çalışmak zorunda kalır!
Bugün, milyonlarca insan, günlük tek bir öğün yemek bile bulmakta zorlanıyorken, kredi kartı borçları fakir fukarayı soymanın bir yolu haline gelmişken, üniversitelerinde, liselerinde, gencecik çocuklar açlıktan bayılıyorken, üç beş sene önce derste rahatsızlanarak Tosya Devlet Hastanesine kaldırılan bir ilkokul öğrencisinin, iki üç gündür hiçbir şey yemediği doktor raporu ile sabitken, bir zamanların itibarlı iş adamları teker teker iflas ediyor,hatta intihar ediyorken, camilerinde insanlar birbirlerinin halini hatırını sormak bir yana, birbirlerinin yüzlerine dahi bakmadan, din kardeşinin halini hatırını sormadan, namazlarını kılıp, kaçarcasına gidiyorken, hangi Müslümanlık, hangi insanlık, hangi medeniyet, hangi demokrasi, hangi adalet diye sormaktan insan ne yazık ki kendini alamıyor!
Bu bağlamda yöresel olarak meseleye baktığımızda, Ramazan günlerinde, akşam üzeri evimize sıcak pide götürmek için, adeta birbirimizi çiğnercesine yarışırken, birbirimizle atışırken, hatta kavga bile ederken; pide fırınlarının karşılarında, duvar siperlerine saklanmış, karşıdaki ağaca yaslanmış, büzülmüş bir halde, isteyemeyen “fakirlerin güzelleri”, ezan okunsun da, top patlasın da, herkes evine gitsin de, belki fırıncı insafa gelir de, yarı yeri yanık da olsa lütfedip bir pide verir de, etsiz, kıymasız tarhana çorbamızla iftar ederiz diye bekleyen, bekleşen fakir fukarayı hiç düşünüyor muyuz? Fakirler, düşkünler, garipler “sofralarımızın gülleri” değil mi?
Yüce dinimiz İslâm’ın “İçinizde öyle garipler vardır ki, Allah Teala (cc) onların hatırı için gökten rahmet yağdırır, yerden rızık çıkarır” fermanını kulaklarımız duymuyor mu, yoksa bu ilahi ferman işimize mi gelmiyor? Durup, düşünelim isterseniz hep birlikte :
Ne yaparız içimizdeki garipler olamasa?
Yorumlar kapalı.