Bir
ülkenin/milletin tarih içindeki yerini belirleyen bazı temel faktörler vardır.
Adildir, savaşçıdır, barışçıdır, sömürgecidir, zalimdir vesaire. İnsanlık
tarihi boyunca bu ve benzer nitelikleriyle anılan ve tarihte yerini almış
ülke/millet sayısı; zaman şeridinin uzunluğu ile ölçülemeyecek kadar azdır.
Konuya zihin yorup emek veren birçok insanın, olumlu veya olumsuz
nitelikleriyle bir çırpıda sayabileceği bir kemiyetin ötesine geçemezler.
Yaşadığımız
yüzyılda da bunun çağ içindeki örnekleri, başta Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin veto hakkı bulunan beş daimi üyesi ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve
Çin ile bunlara eklemlenmiş –İsrail, İran, Almanya, Hindistan gibi- bir o kadar
ülke olarak bir safta; bunların her türlü kararlarına karşı çıkamayan aciz
ülkelerin oluşturduğu dünyanın geri kalan ülke ve milletleri diğer safta. Ve bu
çarpıklığa günümüzde isyan edip sistem içinde kalarak ilk başkaldıran ülke
Türkiye. Türkiye, “Dünya beşten büyüktür” çıkışıyla bayrak gösteren
tek ülke olarak tümünden ayrı bir noktada konuşlanmış bulunuyor.
Bu
isyan ve başkaldırının yayılmasını, taraftar edinmesini önlemek isteyen dünya
egemenleri, egemenliklerinin devamı adına elbette çeşitli karşılıklar
vereceklerdir ki, bunların olabilecek refleksler olarak öne çıkacağını ülkemiz
liderleri de biliyorlardı. Belki şu noktada yanıldıklarını varsayabiliriz; o
egemenlerin doğrudan tartışmaya taraf olacakları yanılgısı. Oysa onlar tıpkı
tüm kirli iş ve ilişkilerinde olduğu gibi bu konuyu da “vekaleten”
bir çözüme kavuşturabilecek çeşitli enstrümanlar kullandılar ve halen
kullanmaya devam ediyorlar.
Halen
güncelliğini yitirmemiş olan birkaç örneği hatırlayalım; Yüzde 5’in altına
düşmüş faizi, ucu ekonomik çöküşe kadar varabilecek Gezi kalkışması sürecinde –bir
gecede- iki katına çıkarttırdılar. Bekledikleri sonucu alamadılar, ekonomimize
çok büyük hasar verdiler ama çökertemediler. Direnen ülke kadrolarının devreden
çıkarılması gerektiğine kanaat getirmiş olmalılar ki, kırk yıllık bir yatırımla
kemale erdiğini, artık uyandırılma zamanının geldiğini düşündükleri, tüm devlet
kadrolarının her kademesine yerleştirdikleri “Cemaat” kimlikli
uyuyan hücreleri uyandırıp 17-25 Aralık darbesi ile işi bitirmek istediler,
yine olmadı; süreç sonlanmış değil, devam ediyor veya ettiriliyor.
Türkiye’nin
30 yıllık kanayan yarası, başta egemenlerin silah tüccarları olmak üzere
kaynaklarımızı, enerjimizi, gelişmişliğimizi sürekli tökezleten PKK belasından
kurtulmanın yol arayışında, her şeyin tartışılıp bir çözüme kavuşturulabileceği
noktasında yol alınırken, terör örgütü yeniden aktif hale getirildi. Bu kez
çatışma sadece dağlarda-kırsalda değil, şehir merkezlerine taşındı. Aklın,
mantığın sınırlarını zorlayan bahanelerle başlatılıp sürdürülen bu kirli “vekalet
savaşı” da, tüm insan ve ekonomik maliyetine rağmen, istenen ve
beklenen sonucu vermedi, vermeyecek. Gün sonunda, ülkemizin güvenlik güçlerinin
yüzleri bulan şehidi, heba edilmiş ekonomik kaynakları ve binlerce PKK’lının
kırda-bayırda, hendekte-çukurda “telef!” olmuş bedenlerinin
oluşturduğu bir tablo ile karşı karşıyayız. O egemenler yine başaramadılar,
başaramayacaklar. “Yeni Türkiye”nin doğumunu engelleyemeyecekler.
Türkiye
üzerinde oynanan “yalnızlaştırma”, “diz çöktürme” ve “boyun
eğdirme” operasyonlarından derlediğim bu Gezi, Cemaat ve PKK
kalkışmalarına daha eklenebilecek onlarca olayı, alt başlıklar olarak sıralamak
mümkün. Asıl konuyu bağlamından koparmamak adına o alt başlıklara girmeden şu
kadarını hatırlamamız yeterli olur kanaatindeyim; iç siyaset yeniden dizayn
edilmek istendiğinde başta CHP ve MHP olmak üzere kurulan kirli kumpaslar;
Muhsin Yazıcıoğlu ve Necip Hablemitoplu gibi kimi suikastlar; ellerinden
kaçırdıkları MİT’i yeniden ele geçirmek için Müsteşar Hakan Fidan’a kurulan
tuzak; montaj ses ve görüntü kasetleri ile sindirildiğinden artık kimsenin
kuşku duymadığı milletvekili, gazeteci, akademisyen, entelektüel, yazar,
sanatçı gibi toplumun çok farklı katmanlarında yer alan ve bugün itibariyle
yaşanan savrulmuşluğa mantıklı hiçbir izahın getirilemediği, ellerindeki tek
argümanın “Erdoğan nefreti” psikolojine dayandırıldığı bir “iç
muhalefet” kutuplaşması.
Tüm
bu tabloları yan yana koyup baktığımızda, ülkemiz/milletimiz için biçilen “yalnızlaştırma”yı
bir de bu yönüyle okuyup değerlendirelim..
Devam
edeceğim..
Yorumlar kapalı.