Aslında yaşadığımız yöre insanının hak ve hürriyetlerine doğrudan etkileri sınırlı da olsa,bu sınırlılık çok küçük sayısal değerlerle de ifade edlip kayıtlara geçmişte olsa, sonuç itibariyle 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenler, kişi hak ve hürriyetlerine, insanlık onurlarına darbe vurdukları için sadece darbe yapmaktan değil, insanlık suçu işlemekten de yargılanmayı hak ettiler. Bu suçun failleri 12 Eylül 2010 gününe kadar yargılanamadılar, onlara hesap sorulamadı. Sormaya kalkan Savcı Sacit Kayasu’nun başına gelenler de konuya ilgi duyan herkesin malumu.
Referandumda değişime karşı duranların geliştirmeye çalıştıkları, bir bakıma darbecileri arka elden koruyup kollamayı da içeren “zamanaşımı” halen netlik kazanmamış olsada, konuyu farklı boyutları üzerinden düşünmekte yarar var.
12 Eylül darbecileri hakkında yargısal denetim yolunu açan Anayasa değişikliği 12 Eylül 2010 günü halkoyu ile kabul edildiğine göre, darbenin üzerinden 30 yıl geçtiği için, zamanaşımı süresi dolduğu gerekçesiyle bu kişilerin yargılanmasının mümkün olmadığını ileri sürmek doğru değil.
12 Eylül 1980 günü gerekçeleri ne olursa olsun darbeyi yapanlar hukuki yetkilerinin dışına çıkarak demokratik Anayasal düzene son vermiştir. Darbeye gerekçe gösterdikleri tüm toplumsal hareketlerin kendi denetim ve göztimlerinde olduğu, darbe öncesine ait sıkıyönetim uygulamalarının darbeden sonraki zamanlarda deşifre olması ile, darbeye zemin hazırlamaktan öte çok ciddi bir temele dayanmadığı artık bugün bilinmektedir.
Geriye dönüp baktığımızda; öncelikle darbeye toplumsal bakışın kolay kabullenilmesi adına, darbe gerekçesi olarak sıraladıkları olayları önlemede gerekli tedbirleri kasıtlı olarak almadıkları, kamu düzeninin ve toplumsal barışın bozulmasına doğrudan veya dolaylı katkıları ile binlerce gencin ölümüne neden olan fiillere zımni ve fiili iştirakten sorumlu olmaları gerekir. İkinci olarak, Darbe lideri Evren’in itirafı ile öğrendiğimiz “darbe zemininin olgunlaşmasını bekleme” aşamasında ister fiili katkıları olsun, ister sadece göz yumma seviyesinde kalmış olsun, işlenen suçlardaki katkılarını perdeleyerek, oluşan kaotik ortamdan faydalanarak, hukuka aykırı bir şekilde demokratik Anayasal düzene son vermelerinin haklılığı savunulamaz.
Madalyonun hangi tarafından bakarsanız bakın yaşanan her olgu kendi içinde bir suç veya suça iştirakin yanında darbe gerçekleştikten sonra bunlara bir de hesap vermesi gerektiğine inandıkları kesimlerin temsilcilerine ağır işkenceler uygulamak, uygulatmak suretiyle insanlık suçu işlenmiştir. Toplum yeterince baskılandıktan 2 sene sonra da 1982 Anayasası ile serbest demokratik bir referandumdan ziyade plebisiter bir yöntemle halka onaylattıkları Anayasa’ya koydurdukları zırhların arkasına sığınarak bugüne kadar hesap vermekten kendilerini korudular. Ancak 12 Eylül 2010 referandumu ile o zırh(geçici 15. madde) delinmiş oldu. 12 Eylül 1980 darbe yöneticilerinin işlemiş oldukları suçlar sebebiyle yargılanmalarının yolu hukuken böylece açılmış, bu kişiler hakkında dava aşma imkânını ortadan kaldıran ve zamanı durduran maddenin kalkması ile onlara da yargı yolu açılmış oldu.
Şimdi Türk yargısının karşı karşıya olduğu sorun, “yargı yolu kapalı ise zaman aşımı olur mu, olmaz mı?” sorununa cevap bulmak.
Bugünlük bu kadar.. kısmet olursa konuyu ilişkin düşüncemi yarınki yazımda tamamlayacağım.
Yorumlar kapalı.