Türk edebiyatının 20.yüzyıldaki abide şahsiyetlerinden/üstatlarından kabul edilen Ahmet Hamdi Tanpınar, sosyal hayatın kültürel boyutunu ifade ettiği bir değerlendirmede, “Mazisiz bir hâl tasavvur edilebilir, fakat mazisiz bir gelecek tasavvuru imkânsızdır” derken geleceğimizin köklerden beslenmesini en açık bir vurgu ile bize hatırlatıyor. O, geride bıraktığımız 20.yüzyıldaki talihsiz “kökünü inkâr” paranoyasından dönüşün toplumsal hafızamızdaki canlı kodlarına işaret ediyordu. O da tıpkı Yahya Kemal’e, “Sen hep maziden bahsediyorsun; sürekli Osmanlı çeşmelerini, camilerini dile getiriyorsun; sen bir harâbîsin, harâbâtîsin” diyenlere karşı Yahya Kemalin, “Ne harâbîyim ne harâbâtîyim / Kökü mazide olan âtîyim” cevabını bir başka söz dizimi ile bize hatırlatıyor ve “Mazisiz bir hâl tasavvur edilebilir, fakat mazisiz bir gelecek tasavvuru imkânsızdır” diyor. Bugünü doğru değerlendirebilmenin de, güçlü bir gelecek inşa edebilmenin de belki ilk şartı, sağlam bir kökümüzün olup olmadığını, bu köklerin hangi kaynaklardan beslendiğini doğru bilmekle mümkün olacağı gerçeğini idrakten geçtiğini kabullenmektir.
Bizler, aslında bugün kültür mirasımız adına geçmişten tevarüs ettiğimiz şeylerle varolduğumuz gibi gelecekte de varlığımızı büyük ölçüde yine onların bıraktığı miras üzerine inşa edeceğiz. Neredeyse yüzyıla yaklaşan “kökünü inkar”dan elimizde kala kala, ancak icmalini kalın çizgilere hapsettiğimiz bir bilinmezlikler yumağı kaldı. Gelecekte onların icmalinden tafsiline/detaylarına ihtiyaç duyulacağı gerçeği karşısında, bugünden üstümüze düşen ödevleri gerçekleştirmek adına elimizi taşın altına koyma yürekliliğini gösterme zamanındayız.
Ara ara yaşanmış fetret dönemlerindeki yozlaşmışlığa, hırpalanmışlığa aldırmadan geçmişin o çok sağlam köklerinden yeni yeni filizlerin doğacağı inancını yitirmemek, onların da yenilenebilir canlı doku olduğuna ilişkin kanaatleri eyleme dönüştürmek, hayata kazandırmak bize düşen bir ödev. Evet, geçmişi olmayan milletlerin geleceğinin de olmayacağı gibi, yönümüzü o geniş ufuklardan kendi yöresel konumumuza çevirdiğimizde de hayatın ve hayatiyetin de bu sırrını aynı noktadan görmek mümkün.
Şimdi bu perspektiften kendi yöremize dönüp baktığımızda görülen manzara hiç, ama hiç iç açıcı değil.. Mazimizi, kültürümüzü, bir kısım medeni hayat kriterlerimizi gelenekselleştirmekle geçmişi ikame ettiğimiz aldatmacasına düştüğümüz bir gerçek. Bu açıdan baktığımızda yöremizin hayatiyetinin, ilelebet payidar olması adına, geçmişten gelen birkaç folklorik düğün/dernek geleneği, üç beş kalemde ifade edilebilecek mutfak kültürü, üçetek, bindallı gibi toplumsal katmanın burjuvazi simgeleri ve orijini olan tek yöresel takı “kıstı”nın bir ziynet eşyası olarak varlığını sürdürüyor olmasını, kültürün yaşatılması yanılgısında kendi kendimizi avutmaktan öteye geçememişiz.
Bir başka boyutu ile, İzzet Aksalur adının şehir stadyumuna ad olarak verilmesi, Koca Ragıp Paşa adının bir sokakta yaşatılması, şehitlerimizin her birinin kenarda köşede bir sokak ismine indirgenmesi, herhalde tarih/mazi şuuru taşıyanlar kadar, öncelikle o isimlerin ruhlarını incitecektir. Hele hele bir de unutulmuşlar galerisine attıklarımız var ki, öreğin Tosyalının sahip çıkamadığı, oysa bir iftihar kaynağı olmayı hak eden İlk Tıp Şehidi İnebolu’da medfun Doktor İsmail Hakkı Bey(1303/1887-1923) gibi kahramanların isimlerinin yaşatılmak istenmesi değil elbette incitici olan. İncitici olan; olayın bu kadar basite indirgenmesiyle sıradanlaşmaya kapı aralanmış olması ve bununla avunulmasıdır diye düşünüyorum.
Devam edecek…
Yorumlar kapalı.