Siyer
kitaplarımızda, müessif olaylar silsilesinden zikredilen hadiseler vardır.
Bunlar arasında Hz. Peygamberimizi ve Eshab-ı Güzin’i en çok sarsan olaylardan
sayılabilecek Bi’ri Mâûne, Ric-i Vakası ile Yemâme savaşı üzerinde durulması
gereken olaylardandır. Kaynaklarımızda geçen bu tarihi olay İslam Tarihi
açısından iyi okunması ve ciddi dersler çıkarılması gereken hadiselerdir. Birçok Hafız-ı Kelamın, âlim ve âbid Sahabe
Efendilerimizin şehit olduğu buna mukabil küffarın kalleşliğinin, hainliğinin,
alçaklığının, hilebazlığının tescil edildiği olaylar silsilesinden olması
bakımından da derslerin çıkarılması gerektiği izahtan vârestedir.
Biz de konuyu okurken, bu pencereden bakmaya
çalıştığımızı ifade etmek isterim. Aslı
zatında okumanın, bazen kırat, bazen de tilavet olabileceği bilinciyle konuya
yaklaşılması gerektiğini söyleseydik daha yerinde olabilirdi.
Yukarıda ismini zikrettiğimiz Asr-ı Saadette cereyan
etmiş olan bu olayların ortak noktasında nedir?
Bu soruya istenilen cevabı vermek suretiyle almamız
gereken dersi de almış oluruz. Orada sözün evvelinde de zikrettiğimiz gibi
birçok insanlık dersi ve kahbelik örnekleri vardır. Görebilenlere eşyanın
tabiatını ters-yüz edildiğiyle ilgili harık’ül âde olaylar da vardır. Belki de
okunması gereken burada satır alalarında kalan hakikatlerdir.
Orada, görmekle emrolunan göz, gördüklerine inanamamakta, işitmekle
emrolunan kulak, işittikleri sözlere inanamamaktadır. Aslı zatında hemen orada
gerçekleşen şey, eşyanın tabiatının ilahi kudretle değiştirilmesi halinden
başka bir şey değildi. Orada zahir,
bâtın oluyordu. Zaman içinde zaman yaratılıyordu. Onlara aslında kaybın
kapılarından bir pencere açılıyordu. Fakat gözleri olanların bazıları
göremiyorlardı. Kalpleri vardı bazılarının fakat anlayamıyorlardı. Kulakları
vardı birilerinin fakat işitemiyorlardı. Anlaşılıyordu ki göz başa konan iki
noktadan ibaret değilmiş. Kulak kafaya yerleştirilen iki alıcıdan ibaret
değilmiş.
Mamafih anlamamız
gereken insanda görmeye yarayacak başka gözler olması, başka kulakların
varlığı, insanda başka bir insani âlem var olmasıydı. O, keşfedilmeliydi.
Fakat bu denli açık ve bariz olan hakikate kim
işaret edecekti? Kılavuzluğu kim
yapacaktı?
Buradan da anlamaktayız ki insanlar, iki sınıf halindedirler.
İki yüzleri vardır. Rahmani tarafı vardır; Şeytani tarafı vardır. İnsanların
Rahmani tarafı güçlü olursa bedeniyle değil hem beden hem de ruhuyla yaşar ve
daha güçlü olur. Eğer Şeytani tarafıyla hareket ederse, sadece bedeniyle
hareket eder çünkü ruhu şeytana satılmıştır.
Hülasa, Asım
hakkın temsilcisidir. Onun rehberi Rasülüllah(sav)’dir, sahabe
efendilerimizdir, selefi sâlihin’dir. Kılavuzu Kur’an’dır, Sünnet-i
Rasülüllah’tır. O bu iki kılavuzu ayırmaz, birini diğerine dövdürmez. Onun
sözleri arasında “Benim inandığım Peygamber bu sözü söylemez” gibi edepsiz,
saygısız ve ucu açık, gelişi güzel bir söz olmaz. Anlayamazsa veya kavrayamazsa
bile tevakkuf etmeyi bilir. Asım’ın nesli dediğimiz kişiden Allah’ın muradını,
kendi muradına feda etme gibi cinayet de çıkmaz. Asımın neslinde murad-ı ilâhiye
tabi olmak vardır. Asım, hikmet avcısıdır. İşin hikmetini sorgular.
Asım dünya gözüyle görülmeyeni de hesaba katar. Bir dava uğruna baş koymuştur ancak başını da
küffara teslim etmeyecektir. Bedeni aslında onun haremidir. Haremine el
uzatanları kesinlikle af etmeyecektir. Haremi, dinidir, dinine el ve dil
uzatanları asla af etmeyecektir. Haremi, vatanıdır, vatanına el uzatanları asla
af etmeyecektir. Haremi, namusudur, namusuna el uzatanları asla
affetmeyecektir.
Asım, bir
başka cihetiyle masumiyetin de temsilcisidir. O temiz kalmaya, temizlenmeye
azmetmiştir. Kalbi temiz, bedeni temiz,
ruhu temiz, efkârı temiz ef’ali temiz, dünyası temiz ukbası temizdir. Fikri kirlilik, en büyük kirliliktir.
Kafasının içinde bin bir çeşit kötülüğü, kokuşmuşluğu, hileyi hurdayı taşıyan
kişi nasıl masum olabilir ki? İnsanları aydınlığa çağırabilmeniz için önce
aydınlığa işaret edebilmeniz gerekli değil midir?
Asım’ın
nesli izzetini Allah’tan alır. İzzet, Allah’ın yanında olmaktadır. İzzeti ondan başkasından beklemek en büyük
zillettir.
Asımın
nesli, gün olur Firavun ’un karşısında Musa(as) olur, gün gelir Nemrut’a karşı
İbrahim olur. Bir başka sahnede Necâşi’nin huzurunda Cafer(ra) olur. Hicret yolunda Ömer, Mirâc sabahı Ebu Bekir(ra)
gibi Sıddık olur.
Belki de bunu
çok iyi bildiklerinden olacaktır ki, yüzyıldır sinemalarında, tiyatrolarında,
film senaryolarında hep karaladıkları, çamur attıkları, eteklerinde ki
pislikleri sürmeye çalıştıkları, Asım neslidir.
Gerici deyip de yok saydıkları, görmezden gelip, gözden ırak etmek için
hep parya muamelesine tuttukları, işte Asım neslidir.
Bizimkilerin
duyarsızlığına rağmen, bir avuç inanmış insanın, bizim nesil dediği, işte o
nesildir. Pervaneler gibi kanat çırpıp, uğruna saç baş ağartan anaların son
dualarıdır Asım’ın nesli. Beton gibi
hissiz ve ruhsuz dünyaya çiçek taşıyacak nesildir Asım’ın nesli. Modern tabir
edilen dünyanın hissizliğine rağmen, görmezden gelmesine rağmen arzu edilen Osmanlı
gençliğidir Asım’ın nesli.
Sözün tam
burasında tarihe mal olmuş bir hadiseden bahsetmek isterim. Konya’nın en büyük
camilerinden birinde cereyan eden bir hadisedir. Hocamız kürsüde vaaz eder. Sözünün bir
yerinde şu cümleyi sarf eder. “Ahh! Nerede o Bedir Eshabı! Bir daha bu
dünyaya onların benzerleri gelmez” der. İşte tamda sözün burasında cemaatin
ortalarından bir Adam aya kalkmıştır. Yanı başında duran İmam Hatip gencinin
elinden tutup ayağa kaldırmış ve bütün gür sesiyle “İşte bu gençlerdir Bedir Ashabı!
Gelmez değil, Allah isterse her devirde gelebilir” demiştir.
Hacı Veys Zade Mustafa Efendi ki kendisi ilk dönem
İmam Hatip hocalarındandır. Kerameti belki yarım yüzyıl sonra görünecektir.
İşaret ettiği genç de bizim asımın nesli dediğimiz zamanımızın ender
âlimlerindendir.
Bilmem anlaşıldı mı?
Çanakkale’de, ”Bedrin aslanları” sembol olmuşlardır.
Bizlerde o Asım’ın nesli ve Bedrin Aslanları gibi adamlar olduğumuz sürece bu
aziz dini bu topraklarda payidar olacaktır.
Yorumlar kapalı.